'Sen ne menem bir şeymişsin be korku'

Samanyoluhaber.com okuyucu mesajlarını yayınlamaya devam ediyor.

SHABER3.COM

"SEN NE MENEM BİR ŞEYMİŞSİN BE KORKU!..."
   
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Ey Necip Türk Milletim, atalarımızın yabana atılmaması gereken binlerce sözünden bir tanesi de "Korkunun ecele faydası yoktur." sözüdür.

Geçenlerde, Erdoğan Diktatörlüğüne muhalif bir televizyon kanalında yayımlanan tartışma programını takip ediyorum. Programın konuklarından biri, ekonomiden sorumlu Eski Devlet Bakanı idi. Bu katılımcının ifade ettiği cümlelerden birini duyunca kafamda şimşekler çaktı ve bugünlerde mutlaka yazılması gereken konulardan birinin de 'Korku' olması gerektiğini düşündüm.

Belki de yazılmıştır, bilemiyorum. Yazılmamışsa çok önceden (mesela 2011 olabilir), ülkeyi yöneten Erdoğan iktidarının partisinin kurucularının 'Partimiz ortak akla önem vermekten uzaklaşıyor, kuruluş felsefesine ve parti programına uygun hareket edilmiyor.' gibi ifadeleri dillendirmeye başladığı günler, 'Korku' konusunun ele alınmayı hak ettiği günler olabilir. 

Gelelim bu yazının yazılmasına vesile olan cümleye. Sayın Bakan, "Yakın zamanda yurtdışından döndüm. Orada Erdoğan'ın, kargo uçaklarıyla yurtdışına para taşıdığı konuşuluyor. Bizim burada, konuşulanların esamesi okunmuyor. Ben dönerken belgeleri getirdim. Ama şimdi belgeleri açıklayamam. İktidarın şerrinden korkuyorum." mealindeki cümleleri 'Korku'yu anlatmak için yeter de artar bile. Bu ülkede bakanlık yapmış, memleketin ekonomisine yön vermiş, geçmişte vatandaşların umudu olmuş bir insan bile, söyleyecek sözlerinin olduğunu, elinde belgeler olduğunu ifade ediyor ama onları açıklamaya cesaret edemiyor. Edemeyişinin sebebini de iktidarın şerrinden korkması olarak gösteriyor.

Peki eski bakanın bahsettiği, korkudan titrediği, 'İktidarın Şerri' ne ola ki. Ülkenin yaşadığı son beş yıla göz gezdirdiğimizde şerri görürüz. Bu konuya geri dönmek üzere biraz "Korku" kavramını ele alalım.

Korku; insanın fıtratında olan onlarca histen, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle 'Latife-i Rabbaniye'den biridir. Her his gibi korkunun da insana verilmesinin farklı farklı hikmetleri vardır. Aynı zamanda her his gibi korku da yerli yerinde kullanılmalıdır. Daha doğrusu yerli yerinde yaşanmalıdır. Çünkü; korku fıtridir. İçe dönüktür. Yapmacıklığı yoktur. İnsan numaradan, yalancıktan kork(a)maz. Sürekliliği vardır korkunun. Beşikten mezara kadardır. Hatta mezar sonrasında da insanı etkisi altında tutabilir.

İnsana verilmesinin hikmeti noktasından baktığımızda, Kur'an-ı Kerim'de; 
Bakara Suresi, 41. ayet: Yanınızda olan (Tevrat)ı, doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur'an'a) iman edin; onu inkar edenlerin ilki siz olmayın ve ayetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca Benden korkun.

Al-i İmran Suresi, 175. ayet: İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun.

Nisa Suresi, 1. ayet: Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup-sakının. Ve (yine) kendisiyle, birbirinizle dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözeticidir.

Maide Suresi, 7. ayet: Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve: "İşittik ve itaat ettik" dediğinizde sizi, kendisiyle bağladığı sözünü (misakını) anın. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde olanı bilendir.

Hadid Suresi, 28. ayet: Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp-korkun ve O'nun elçisine iman edin, size Kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın ve size mağfiret etsin. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Bu ve buna benzer ayetlerde 'Korku' kavramı ele alınırken gerçek anlamda insana verilmesinin hikmeti, insanın doğumundan ölümüne kadar olan dünya hayatı yolcuğunda, ne yaşarsa yaşasın, neyle karşılaşırsa karşılaşsın her daim zihninden çıkartmaması gerekenin "Allah korkusu" olduğudur.

Elbette Allah'tan korkmanın nasıl olması gerektiği, bundan kastedilenin ne olduğu üzerinde durulması gerekir. Ancak bunu konunun uzmanlarına bırakalım. Onlar, daha geniş çerçevede 'Allah Korkusu'nu izah ederler.

Efendimiz (sas)in hadis-i şeriflerine müracaat ettiğimizde; 

Hikmetin başı Allah korkusudur. (El-Münâvî, Feyzül-Kadir-3:574)
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu:

"Kendini nasıl buluyorsun?"
"Ey Allah'ın Resûlü, Allah'tan ümidim var, ancak günahlarımdan korkuyorum" diye cevap verdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da şu açıklamayı yaptı: "Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulun ümid ettiği şeyi mutlak verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar."

Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'min, Allah indindeki ukubeti bilseydi, cennetten ümidini keserdi. Eğer kâfir Allah'ın rahmetini bilse idi, cennetten ümidini kesmezdi. " gibi lal-ü güher sözler yolumuzu aydınlatmaktadır.

Hem ayetlerden hem de hadis-i şeriflerden anladığımız kadarıyla 'Korku', insanın ahiret hayatının akıbetinden endişe ederek dünya hayatını yaşaması için verilmiştir. Elbette kendisine emanet olarak verilen her türlü nimetin korunması konusunda da 'Korku'nun yeri yadsınamaz. Ama şunu bilelim ki insana verilen en kıymetli nimet, dünya hayatıdır. Dünya hayatını kıymetli yapan da sona erdiğinde başlayacak olan ve 'Sonsuz' olan ahiret hayatıdır. Dünyadaki geçici, fani her an elimizden çıkabilme ihtimali olan nimetleri kaybetmemek için korku damarıyla insanın, ahiretini feda etmesi de en hafif tabirle ahmaklık olur. Yaratılmışların en şereflisi apoletini taşıyan, diğer yaratıklardan kendisini farklı kılan akıl ve düşünme gibi yetilere sahip insana yakışmaz.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Hücumât-ı Sitte” adıyla Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı kısmında, “İns ve cin şeytanlarının altı desiselerini inşaallah akim bırakır ve hücum yollarının altısını da seddeder” diyerek dünya hayatına dair imtihanların en tehlikeli olan hastalıklarını “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak tesbit etmiştir.

Şimdi Üstad’ın tespit ettiği bu hastalıklardan 'Korku'yu yine onun perspektifinden izah etmeye geçmeden önce şu noktaya dikkat çekelim. Bize göre bu hastalıklar, aslında birbirinden bağımsız değillerdir, hastalığı kök olarak düşündüğümüzde “hubb-u cah, korku, tamah, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” aynı kökten beslenen, birbirinin destekçisi konumundaki maraz dallardır. 

İnsan, korku damarıyla iradesinin önüne geçerek onu frenleyebilir. Günümüzde ehl-i gaflet, şer sahipleri, diktatörlük rejiminin kurucu heveslileri korku hissiyle insanları sindirmeye çalışmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri “İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade edip onunla korkakları gemlendiriyorlar. Bunlar avamın ve bilhassa ulemanın bu damarından çok istifade ediyorlar, korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar” diyerek, meseleyi ete kemiğe büründürmüştür.

Halk arasında darb-ı mesel olmuş "Kork, Allah'tan korkmayandan; korkma, Allah'tan korkandan." şeklinde bir söz vardır. 

Atasözlerini açıklayan kitaplarda yukarıdaki söz; 'İnsanları taşkınlıklardan alıkoyan ve davranışlarına bir sınır çizen en büyük yaptırım Allah korkusudur. Bu korku olmayınca, insan canavarlaşır. Allah'tan korkmayan kimse insana her türlü kötülüğü yapabilir. Böylesinden korkmak gerekir.

Allah korkusu, öte dünyaya inanan insanları pek çok kötülükten uzak tutar. Çünkü yaptığı kötülüklerin cezasız kalmayacağını bilir ve kolay kolay kötülük yapamaz. Ama insan yüreğinden Allah korkusunu söküp attı mı, şeytanla baş başa kaldı demektir. Artık onun düşünemeyeceği kötülük yoktur, her türlü fenalığı eline fırsat geçti mi kolaylıkla yapar. Bu bakımdan böylelerinden çekinmek, uzak durmak, kendini korumak gereklidir.' şeklinde izah edilmiştir. Bu izahta, kısacası Allah'a iman etmiş mü'min insan tarif edilmiş diyebiliriz.

Şimdi bu sözü biraz açalım. Kelimelerinin arasında saklı kalmış, toplum hayatının düzenine ve ahengine sirayet edebilecek define kıymetindeki anlamları gündelik hayatımıza taşıyalım.  

Sözün birinci kısmına yani 'Kork, Allah'tan korkmayandan' bölümüne bakalım. Bu bölümde ifade edilen 'Allah'tan korkmayan' kelime grubunu inceleyelim. Ne manaya gelebilir, bu ifade? Herşey zıddıyla bilinir, fehvasından hareketle Allah'tan korkmayan birinin vasıflarını ortaya koymak için Allah korkusu olan birinin vasıflarına bakmamız sanırım yeterli olacaktır.

Allah korkusu olan kişi, 'Dünyanın ve içindekilerin dolayısıyla da kendisinin fani olduğunu, ölümü, öldükten sonra sonsuz hayatın başlayacağını, dünyadaki yapıp ettiklerinden hesaba çekileceğini, zerre miktar iyiliğin de kötülüğün de karşılık bulacağını bilir ve bunlara göre bir hayat yaşamaya gayret eder. Yaratılmış olan her şeye, bile bile zarar vermekten kaçınır. Aksine onların faydasına olan işlerle meşgul olmaya çalışır. Bunu da ibadet neşvesiyle yapar.' bu vasıfları daha da uzatabiliriz. Ancak bu kadarla da maksadımızın hasıl olduğu kanaatindeyim. Sözünü ettiğimiz vasıfların zıddı da "Allah'tan korkmayan" insanda bulunur.

Bu yüzdendir ki atalarımız, böyle bir kişiden korkulması gerektiğini, ondan herkese ve her şeye her türlü zararın dokunabileceği sonucuna varmışlar, sonraki nesilleri de uyarmışlardır.

Bu aşamadan sonra sözün ikinci kısmını irdelemek abesle iştigal olacağından burada noktalayalım.

Gelgelelim niçin korku konusunu işliyoruz sorusunun cevabına.

Malum, ülkemiz son dört beş yıldır (daha da öncesine götürülebilir) ciddi badirelerden geçiyor. Erdoğan yönetimi, yola çıkarken kendisini zirveye taşıyacağını düşündüğü her türlü argümanı, zirveye çıkınca yani o argümanlarla işi bitince alaşağı etti ve bir daha diriltmemek üzere üzerine beton döktü. Betonu sadece o argümanların üzerine değil ülkenin her köşesine ve her bir ferdinin üzerine de döktü. Toplumun çok az bir kısmı buna cılız da olsa tepki verdi. Büyük bir bölümü ise şimdilik bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışını benimseyerek olup biteni umursamadı. İşte o kesim, sustukça sıranın kendisine geleceğini bilmiyordu. Bu iki kesimin de yapıp ettiklerini örneklendirelim.

(Verilen örneklerin kronolojik sırasıyla anlatım sırası farklılık arz edebilir.)

Mesela Gezi Olayları. Azınlıkta olan kesim, kendince 'Akpnin rantına, birilerine peşkeş çekmesine, ağaca kıyıp çevreyi betonlaştırmasına, vs.' engel olma niyetindeydi. Yaş kesenin rahatlıkla baş keseceğini biliyordu. Yani ağaca, ormana, yeşile acımayanın insana da acımasının olamayacağını düşünüyordu. Bu nedenle Yeşil Doğaya sahip çıkıyordu. (Yeşil kelimesinin kökü, kurumamış, daha can taşıyan, yakılamayacak, ıslak  manasındaki 'yaş' kelimesinden türetilmiştir.) 
   
En temel insan haklarından olan eleştirme ve protesto etme hakkını kullanıyordu. (Belli bir süre sonra ne idüğü belirsiz! kirli eller tarafından Erdoğan lehine provoke edildi.)
   
Büyük kesimi oluşturanların bir kısmı, protesto edenleri terörist olarak gördü. Bir kısmı olaydan nemalandı. Bir kısmı hiçbir şey yaşanmıyormuş gibi hayatına devam etti. Bir kısmı da, bence en büyük kabahat bunların, Erdoğan şakşakçılığının arkasına gizlenerek, korkusunu bastırarak, Üstakıl safsatasını dillendirdi.
   
Sonuçta ne oldu? Olan yeşil çevreye buna ihtiyaç duyan Yurdum İnsanına oldu. Küçük kesimin gördüğü gerçekleri, büyük kesim görebilseydi ülkemiz şu anda yaşadığı birçok olumsuzluğu yaşamak zorunda kalmayacaktı.

Bir diğer örnek; ülkenin dört bir tarafında patlayan bombalardan biri olan Ankara'da gar yakınında patlayan bomba ve maalesef yüz iki insanımızın kaybettiği can.Keşke toplum olarak sorgulayabilseydik. Ülkenin göbeğinde, başkentinde nasıl olur da caniler ellerini kollarını sallayarak bunca insanımızın canına kastedebilir. Devletin istihbaratı, emniyeti nasıl olur da buna engel olamaz? Sorusunu sorabilseydik. Daha da önemlisi yüziki can için kenetlenebilseydik. Sesini çıkaran, sorgulayan, yüreği yanan birileri elbette vardı. Vardı ama ölenleri terörist gören, gezi olaylarını çıkaranlar olarak gören, alevi, kürt ve CHP'li olarak gören, görmekle de kalmayıp insanın içini acıtırcasına oh çeken de vardı. Bunların yanında sesini çıkar(a)mayıp kendi köşesinde taraf olursam başıma iş alırım korkusuyla hayatını devam ettirenler de vardı.

Aynı şekilde Diyarbakır'da HDP mitinginde patlayan bomba da bizi kendimize getirmeye yetmedi. Herkes kendi penceresinden baktı olaya. Oysa orada yitirdiklerimiz bizim insanımızdı. Bu toprakların çocuklarıydı. Barış, huzur bir kez daha kaybetmişti. Aslında kaybeden ülkemizdi, insanımızdı, değerlerimizdi. Keşke bunu korkmadan cesurca hep birlikte söyleyebilseydik. Ama başaramadık, Millet Ruhunu elde edemedik.

Ya Soma olayı. Ah Soma, ah kara elmas çıkarıp birilerini zengin ederken hayatını karartan kararmış eliyle, kararmış bedeniyle bembeyaz kalabilmeyi başarmış insanlar. 
Acının büyüğü Soma. Tamı tamına 301 can gitti dile kolay. O gün üç yüz bir annenin, üç yüz bir babanın yüreğine kor ateş düştü. Nice eşin, nice masum yavrunun ciğeri yandı. Peki öyle mi olmalıydı. N'oldu, hani millettik biz? Yeri geldiğinde tek yürek olurduk. Sesimiz bir çıkardı. Laftaymış bunlar. Pratiği yokmuş bu sözlerin. Ateş düştüğü yeri yakmıştı yine. Başka bir ülkede olsa yer yerinden oynardı. Hükümet istifa ederdi. Dahası tez zamanda sorumlular cezalandırılırdı. Öyle olmadı maalesef. Yine bazıları cılızca ses çıkarabildi. Bazıları korkudan gıkını çıkaramayıp kahredici sessizliğe büründü. Bazıları asıl olayı unutup ' bir işçimizin kirli çizmeleriyle sedyeye oturmamasını, sorumlu bakanın iki gün üst üste aynı gömleği giyip simit yemesini' öne çıkardı. Olan yine Soma'ya ve Somalı'ya oldu. Hakkını arayanları yere atıp tekmelediler, itiraz edeni İsrail Dölü ilan edip ötekileştirdiler.

Bir ara, durduk yere dershanelerin kapatılması gündeme geldi. Ülkenin eğitim sistemi içerisinde yıllardır var olmuş bu eğitim kurumları niye kapatılmak isteniyordu? Eğitimin tek aksayan yanı dershanelerdi de kapatınca bu aksaklıktan kurtulacak mıydık.? Buraları kapatınca eğitimimiz dünya sıralamasında sıçrama mı yapacaktı? Eğitimimiz çağ atlayacaktı da buna dershaneler mi engel  oluyordu? Yetkililer bir türlü bu soruların cevabını veremiyordu. Veremiyordu çünkü atılan bu adımın bir tek cevabı vardı: Hizmet Hareketinin önüne ket vurmak.

İşte tam bu cevaptan dolayı insanımızın bir kısmı dershanelerin kapatılacağı için elini oğuşturuyordu. Hizmet Hareketine olan olumsuz tavrı, onun olayın vehametini anlamasını engelliyordu. Halbuki Hizmet Hareketinin dışında toplumun bazı sosyal kesimleri de dershane işletmeciliği yapıyordu. Kapatma hadisesinden onların da etkileneceğini akıl edememişlerdi. Hükümeti destekleyenler ise kapatılma hadisesine yine rant kapısı olarak bakıyordu. Dershaneler kapatılınca oluşacak boşluktan nemalanmak için ağızlarının suyu akıyordu.

Dershanelerin varlığından en çok fayda görmüş kesim ise çocuklarının eğitim kalitesinin düşeceğini ve ahlaki erozyona uğrayacağını bilmesine rağmen sessizce ve korkuyla olayları seyretmekle yetiniyordu.

Hizmet Hareketi ise o günlerde topluma, Erdoğan Diktatoryasının ilanına giden süreci, oluşturulan baskı ortamının sadece Hizmeti etkilemeyeceğini, tüm muhaliflerin özgürlüklerini kısıtlayacağını anlatmaya çalışıyordu. Yani yaşadığımız bu günlerin yaşanmaması için ikaz vazifesini yapıyordu.

Zaman ilerliyor, her geçen gün bir önceki günü aratır hale geliyordu. Çözüm süreci bitmiş, Dövüm süreci başlamıştı. İktidar, Diyarbakır'ın Sur ilçesini Toledo'ya benzetecekti. Oraların terörle anılan makus talihi değişecek, Sur artık turizmle, turistlerle anılır hale gelecekti. Bu niyetle o topraklara tankla, topla, tüfekle girip yerle bir ettiler. Sadece oraya mı hayır. Şırnak, Cizre, Nusaybin ve daha pek çok yer Sur'la aynı akıbeti yaşamıştı. Mekanlarla birlikte oralarda yaşayan insanların hayatı da altüst olmuştu. Sözümona terörden temizlik operasyonuydu. Ama vicdan sahibi herkes biliyordu ki terör bahanesiyle Kürt halkından 7 Haziranın intikamı alınıyordu. Her zaman olduğu gibi yine buna ses çıkaran, bu hakikati haykıran bir avuç insandı. Ya diğerleri nasıl tepki vermişti? Toplum, korkudan olup bitene tepkisizdi.

Sur, Toledo'ya benzedi mi bilinmez ama orada yaşayan halk ve Sur'u Toledo yapacağız diyerek yola çıkan Başbakan, Arenada kırmızıyı gören Boğa'nın boynuz darbeleriyle yerle bir olan, yaralanan Matador'a çoktan benzemişti bile.

Toplumun dejenerasyonu gün geçtikçe ayyuka çıkıyordu. Tam da o günlerde '17/25 Aralık' Yolsuzluk operasyonları başlamıştı. Toplumdaki keşmekeş onu yöneten idarecilere de sirayet etmişti. Dünyanın en büyük yolsuzluk dosyaları ayan beyan tüm belgeleriyle yazılı ve görsel medyada yer almaya başlamıştı. Meclisteki tüm muhalefet partileri olayın üstüne var güçleriyle abanıyordu. Tabi abanan başka birileri daha vardı: "Erdoğan ve çevresindeki dar oligarşik yapı".

Bu yapı, belgelerin sahte olduğunu, ses kayıtlarının montaj-dublaj olduğunu, operasyonları cemaatın yaptığını, ayakkabı kutularından ve baskın yapılan evlerden çıkan paraların operasyonu yapan polisler tarafından konulduğunu (sonradan faiziyle birlikte bavullarla geri alındı), rüşvet verdiği söylenen Reza Zarrab'ın hayırsever bir vatandaş olduğunu (Amerika'daki davadan sonra vatan haini ilan edildi), ülkenin cari açığının büyük bir kısmını kapattığını iddia ediyordu.

Peki bunlar yaşanırken yaşanan bu gelişmeleri, vatandaş nasıl görüyordu? Vatandaşların bir kısmı rüşvet çarkından beslendiği için çarkın dönmesi noktasında tavır alıyordu. Bir kısmı imam-hatip yapılacağı yalanında sürüklenip duruyordu. Bir kısmı Gezi süreciyle
başlayan "Üstakıl" palavrasını diline dolamıştı. Bir kısmı hırsızlıkları kabul etmekle beraber 'Çalıyorlar ama çalışıyorlar' safsatasını literatüre katmıştı. Bir kısmı da yolsuzluk, hırsızlık ve rüşvet çarkını görüyor ama sesini çıkartırsa cemaat safında görünürüm endişesiyle korkudan titriyordu. Onlar korkarken operasyonu yapan polislerden biri "Hırsızdan korksak polis olmazdık be." diye haykırıyordu.

Ülkede bunlar yaşanırken Korku Cumhuriyeti'nin yapıtaşları tek tek döşeniyor ve Diktatörlüğün ilanına giden yoldaki engeller itinayla temizleniyordu. Bu arada, yolsuzluk dosyasına hukukun ırzına geçilerek takipsizlik kararı veriliyor, operasyonda görev alan polis, savcı ve hakimler görevden alınıp hapsediliyordu. Hizmet Hareketiyle bağlantılı medya organları susturuluyor, kurumlar kapatılıyordu. Türkiye'de basın susturulurken, gazeteciler hapsedilirken olup bitenin "Bizim mahalle"yle ilgisi yok diyenler oh çekiyor, bazı muhalifler ise yaşanılanları tabiri caizse "Yesinler Birbirlerini" olarak değerlendiriyordu.

Ama bunlar yetmezdi Erdoğan'a. Tek Adam olmak için daha güçlü argümana , daha güçlü planlara ihtiyacı vardı. Diktatörlük için satrançta 'Matruşka'ya muhtaçtı. Bu ortaklığı çok önceden kurmuştu. Kafa kafaya verip Sonvuruşu yapmalıydı. Çünkü korkan bir toplumu kendi etrafında kümelendirebilirdi.

Beklenen ve istenen şey 'Kurgu Darbe' idi. Bununla muhalifler tamamen bastırılacak, askerin içindeki Erdoğan karşıtlarından kurtulunacak, olası darbe heveslileri temizlenecek, saflar daha da sıklaştırılacak, yolsuzluk algısıyla! zedelenen güven tazelenecek, halktaki korku duygusu halka halka genişletilecek, içte ve dışta Hizmet Hareketine yönelik terör örgütü damgası oluşturulacaktı. Bu ve buna benzer düşüncelerden hareketle bir taş atılacak ve onlarca kuş vurulacaktı. Taşlar ve vurulacak kuşlar listesi çok önceden hazırlanmıştı.

Kurgu Darbe 15 Temmuzda gerçekleştirilmiş ve sahne alan Erdoğan, darbenin 'F...ö' tarafından yapıldığını tüm dünyaya ilan etmişti. Bilgiye, belgeye, ispata gerek duymadan tüm milletimiz(sağcısı, solcusu, dindarı, kindarı, yandaşı, karşıtı,...) buna inanmıştı. Şunu düşünen yoktu veya yok denecek kadar azdı: 'Ya, iş Erdoğan'ın dediği gibi değilse! Darbeyi yapan başkalarıysa...'

Sıra "Allah'ın lütfu!" olan bu kurgu darbenin sonuçlarından yararlanmaya gelmişti. O geceden başlanarak KHK'lar yayımlanıyor, OHAL ilan ediliyor, yüzbinlerce insan sorgusuz sualsiz önce işinden sonra da eşinden, çocuklarından evinden-barkından edilerek hapsediliyordu. Hapsedilmeye de devam ediliyordu. Kimler bu muameleden nasibine düşeni almamıştı ki yüksek yargı mahkemelerinin üyeleri, hakimler, savcılar, valiler, kaymakamlar, akademisyenler, doktorlar, öğretmenler, polisler, askerler, işçiler, din görevlileri, gazeteciler, işadamları, evhanımları vs. 

Yüzlerce şirketin malvarlığına el konuluyor, "Çıkar ve Menfaat Birlikteliğinden Oluşan Çete"ye peşkeş çekiliyordu. Halkın tamamı olup biteni sorgulayacağına Erdoğan'ın paketini açıp ağızlarına tıkadığı "F...ö" sakızını çiğneyerek olayın zevkini çıkarma peşindeydi.

Gün geçtikçe zulüm artıyor, kadın-erkek, genç-yaşlı, denilmeden; suçlu-suçsuz ayrımı yapılmadan yüzbinlerce insan gözaltına alınıp hapsediliyordu. 85 yaşındaki yürüyecek hali olmayan dedeler, hastahanede yeni doğum yapmış kadınlar (bebekleriyle beraber), hayati öneme sahip ameliyat olmuş insanlar, kronik hastalığı olanlar, hamile bayanlar,... hapishanenin panoramasını oluşturanlar arasındaydı. Gün geçmiyor ki memleketin dört bir köşesinden zulümlerin üstüne zulüm eklenme haberleri gelmesin.

Beş çocuğuyla beraber cezaevindeki eşini görmeye giden annenin görüş esnasında gözaltına alınması, bir kız çocuğunun, bayramda babasını görebilmek umuduyla yüzlerce kilometre yol kat ettikten sonra cezaevi önünde trafik kazasında ölüp babasını görememesi, tutuklu bir babanın, hasta evladının cenazesine elleri kelepçeli olarak getirilmesi, tedaviye muhtaçken zindanda tutulup hastalığından can verenlerin haberlerinin gelmesi, babasını son bir kez olsun göremeden kanserden vefat eden çocukların olması, okuryazar olmayan pazarcı teyzelerin bylocktan tutuklanması, kaçırılıp günlerce işkence edilenlerin varlığı, keyfi olarak günlerce gözaltında işkenceye maruz kalanların olması, kendi vatanında yaşama imkanı elinden alınan ailelerin çoluk çocuk, Ege Denizinde ve Meriç'te can vermesi, yaşadığı ızdıraba dayanamayıp insanların hayatına son vermesi, artan zulümden sadece birkaçıydı.

Zulümlerle feryad eden masumların inlemesi arşa ulaşmışken ülkede his yoksulu, vicdan fakiri insanlar sırf korktukları! için "Artık yeter!!!" çığlığı atamıyorlar, olup bitenlere Dur!!! diyemiyorlar.Peki bu durum sadece 'Korku' kavramıyla açıklanabilir mi? İşinden olma korkusu, hapsedilme korkusu, canından olma korkusu ile izah edilebilir mi? 'Korku' kavramının arkasında Hizmet Hareketine duyulan kin, nefret, hased, çekememezlik ya da Erdoğan iktidarının sus payı olarak dağıttığı ulufelerin, menfaatlerin olma ihtimali de var mı?

Sırf 'Korku'dan olmuş olduğu ön kabulüyle hareket ettiğimizde, 'Allah Korkusu'yla gördüğü yanlışlara elinden geldiğince 'Dur' demiş, fakat karşılığında dünyalık neyi varsa kaybetmiş insanlarla karşılaşırız. 

Ama şunu bil ki Necip Türk Milletim, senin gösterdiğin "Korkunun, ecele faydası yoktur." Hele hele ecelin olmadığı ahirette hiç faydası yoktur. 

Abdullah Sözüvar
<< Önceki Haber 'Sen ne menem bir şeymişsin be korku' Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER