Sizin hiç kağıt peçeteden nikah şekeriniz oldu mu?

Haksız yere cezaevine konulan ve zulüm üstüne zulüm yaşayan masum insanlardan birinin daha hayatının baharında yaşadıkları...

SHABER3.COM

Sizin hiç kağıt peçeteden nikâh şekeriniz oldu mu?

Hayat sürprizlerle dolu. Bazen tatlı, bazen de ne yazık ki acı sürprizlerle. Sizleri kısa süreliğine başka bir dünyaya götürmek istiyorum. Dışarıdan bakınca, içerisi hayal bile edilemeyen başka bir dünya, burası cezaevi...

Ben de mahallenin okulunda öğretmenlik yaparken, minibüsün camından görürdüm Manisa E Tipi Cezaevi’ni. Bilmezdim, yüksek duvarların arkasında ne hazin hikâyeler, ne acılar gizlidir. Şimdi ise, vatanına 26 yıl hizmet eden bir din dersi öğretmeninin canını yakıyor, uzaktan gelen zil sesleri. 

Gökyüzünü bile 60 m2’lik bir alandan görebildiğin bir dünya burası. Kafanı kaldırdığında, önce sıra sıra dizili dikenli telleri görüyorsun, sonra daracık gökyüzünü. Burada herkes kuşları kıskanıyor biliyor musunuz? Öyle güzel ve özgürce uçuyorlar ki... Avluya dizilip gökyüzünü ve kuşları izliyoruz.

Buradakilerin yarası hiç kapanmıyor, gözyaşları hiç dinmiyor. Herkes kendinden önce, geride bıraktığı boynu büküklere ağlıyor burada. Ben de 88 yaşındaki anneme, “ifade verip geleceğim” ayrılmıştım evden. Şeker hastası, gözleri iyi görmeyen annemi, Allah’a emanet edip, tek başına bıraktım evde. Tam üç ay oldu. Anamın hiç dinmeyen masum gözyaşlarında kimler boğulur bilmem!

Diğer taraftan, tam yedi aydır tutuklu bulunan eşimin, sekiz senedir felçli babası ve kalp hastası annesiyle ben ilgilenirken, artık onlar da Allah’a emanet. Üstelik ben ihraç, eşim ihraç, iki çocuk ve yaşlı anne babalar sahipsiz.

Yaşları henüz yirmilerde olan gencecik kızlarımız var burada ve yetmişine yakın yaşlılarımız. Akranları sinemalarda, kafelerde eğlenirken, aylardır tutuklu olan kızlarımız var, günlerini oruçla taçlandırıyorlar. Kızlarımızın gözü yaşlı duâlarına biz de şahidiz, melekler de...

Peygamber Efendimiz (asm) “Müslümanlar bir vücudun organları gibidir” buyuruyor. Allah şahit ki, o büyük günde, “Hayır Ya Resululallah, senden sonra biz kardeşliği unuttuk, ne dostluk, ne kardeşlik kaldı” diye haykıracağım. 

Karı koca işten atılıp sefalete terk edilmişken, kirasını ödeyemeyince eşyaları sokağa atılmışken, anneler bir kaç haftalık bebeklerinden ayrılıp sütlerini sağıp lavabolara dökerken, daha dikişleri kapanmayan loğusalar beton üzerinde, ranza aralarında yatarken, bebeğini özleyen anneler, bebek sesleriyle uyanıp hıçkırarak ağlarken, 20 kişilik koğuşlarda 36 kişi, mülteci kampındaymış gibi üçer beşer yatarken, kardeşlik nerede kaldı? Bunca yıl kapılarımızı aşındıran vefasız dostlar, bize selâm vermeye dahi korkup, geride bıraktığımız emanetlere bile bakmaktan çekinirken, neyi kardeşliği? Bu sınav, içeridekiler kadar dışarıdakilerin de sınavı. Ama, içeridekiler için daha çetin bir sınav... Onların yükü daha ağır...

Şimdi de hepinizin merak ettiğini sandığım başlığın hikâyesi. Bu hikâye, yıllar sonra bile buradaki herkesin yüreğini sızlatacak türden bir hikâye. Bir nikâh merasimi ve kına gecesi...

Bir genç kızın en büyük rüyası nedir? Ya bir anne babanın en büyük arzusu? Kızını bir gelinlik içinde görmek, dostların alkışları ve duâları arasında evlâtlarını evlendirmek, misafirlerine en güzel ikramları sunmak, güzel kokulu, güzel ambalajlı nikâh şekerleri ikram etmek değil mi? Bizim nikâhımızın misafirleri ve şahitleri, 32 kişiden oluşan B1 koğuşu sakinleri. Ama bu hazin tabloya, gözü yaşlı masumlara, kim bilir kaç ruhanî eşlik etti, onu da Allah bilir!

Bizim nikâh salonumuz, 40-50 m2’lik bir salondan ibaretti. Yerlerimiz eski tip mozaik, duvarlarımız hüzün kokan soluk renkli boyalı. Misafirleri (!) oturtacak yeterli sandalyemiz bile yoktu. Çoğumuz, yere serilen battaniyelere oturmak zorunda kaldık. Süslü püslü kıyafet giyenimiz yoktu. Kimimizde eşofman, kimimizde rengârenk namaz etekleri. Güzel ipek eşarp takamadık. Başlarımızda, rengi kaçmış yemeniler... Ayaklarımızda topuklu ayakkabı yerine, naylon terlikler. Masamızda çeşit çeşit yiyecek, pastalar, kurabiyeler yoktu... Dedim ya, burası B1 koğuşu idi. Hayatında eline silâh almayan, hatta silâhı sadece televizyonlarda gören, karıncayı incitmekten çekinen, ama terörle suçlanan insanların koğuşu…

Düğününe 18 gün kala tutuklanan güzel kızımızın nikâhı, ne yazık ki buraya nasip olacakmış. Tam seksen beş gün bekledi nikâhının olmasını ve nihayet, yukarıda saydığım şartlar altında oldu nikâhı. Anne, baba ve hiçbir akrabanın katılamadığı bir nikâh. Eşini de nikâhtan beş dakika sonra görebildi.

Güzel gelinimizi giydirip, tekbirlerle uğurladık. Merdivenlerden inerken hepimiz ağladık. Ne damat vardı yanında, ne de anacığı. Tek başına gitti yavrucak, nikâhın kıyılacağı odaya. Hiç kimsesi göremedi nikâhını. Ne anası, ne babası, ne de bir akrabası. Nikâhtan sonra mahzun bir halde geldi, yine de mutluydu. Çünkü sevdiği kişiyle artık evlenmişti. Onlarca annesi ve kardeşi sarıldı, kucakladı...

Akşam kızımıza kına gecesi yaptık. Rica ettik, bize bir def verdiler. Bir kızımız, gelinimizin saçlarını iğne iplikle dikerek yaptı. Çok da güzel oldu. Gelinimize taç olarak da boncuklu bir tesbih taktık. Bilmem böyle anlamlı bir taç bulunabilir miydi? Dilerim melekler tutmuştur o tesbih tanelerini. Kına istedik, gelmedi. Tahinle pekmez bizim kınamız oldu. Kâğıt peçetelerin içine birer kesme şeker koyup iple bağlamışlar. İşte bizim nikâh şekerimiz... Tepsiye koyup herkese dağıttık. Dünyanın en güzel kâğıtlarına sarılmış, özene bezene hazırlanmış nikâh şekerleri bilmem bu kadar anlamlı olur muydu? 

Ya takılarımız! Susamlı çubuk krakerlerin parlak kısmından arkadaşlar öyle güzel kolye, bilezik, takılar yapmışlar ki, bütün gece parladı o yalancı takılar. Bu sabrın karşılığı, dilerim Cennet takıları olur. Tahinle hazırlanan yalancı kına avuçlara kondu. Üzerine saracak kırmızı eldivenlerimiz olmadığı için bir arkadaşın kırmızı çorapları ellere geçirildi. Tekbirlerle, salâvatlarla yaktık gelinimizin kınasını. 

Bu yazıyı okuyan dostlar! “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle, dilinizle, düzeltin. Gücünüz yetmezse, kalben buğzedin” diyor Efendimiz (asm). Bari sizler de kalben buğzedin! Belki vebali biraz azalır.

Bu vatana ihanet eden, darbe yapan, halkına kurşun sıkanları önce Allah’a, sonra adalete havale ediyoruz. Ama ne olur, içini yarıp da göremediğiniz kalpleri hainlikle suçlamayın! Zira o kalpte suçladığınız şeyler yoksa, bu ahirette ödenemeyecek kadar ağır bir bedel olur!

Fatma Karabaş / Yeni Asya Gazetesi (26.03.2017)
<< Önceki Haber Sizin hiç kağıt peçeteden nikah şekeriniz oldu mu? Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER