Talebeye ve derse saygı

Medreseler, kapatılıp, dini öğreten kaynaklar kurutulduğu bir dönemde sırf Allah rızası için, İslâmî ilimleri ders veren Dersiâm Hüsrev Efendi, her sabah güleç yüzle talebelerini evinde karşılar ve derslerini kontrol eder.

SHABER3.COM

Okuyacakları ders üzerinde ne kadar çalıştıklarını tek tek sorar. Bazıları iki, bazıları üç saat çalışmıştır. Hüsrev Özaydınlar Hocaefendi ‘Çocuklar ben bugün ders için dört saat çalıştım” der. 

Yaşar Tunagür Hocamız, Hüsrev Hocaefendi ile ilgili enteresan bir hatırasını şöyle anlatır:
“Hüsrev Efendi ders okutmakta çok hassas ve titizdi. Gayet neşe içinde dersi anlatırdı. Bir gün dersi okuduk. Sabah namazından, saat sekiz buçuğa kadar sürdü. Hocanın hiçbir üzüntülü halini görmedik. En azından farkına varmadık. Gayet normal bir hava içindeydi. Dersanemiz bahçenin içinde 25 metrekarelik bir oda idi. Dersaneden bahçeye, bahçeden de ikinci bir kapıyla dışarı çıkardık.

“Ders bitince avluya çıktık biz. Dersaneye girerken bahçede hiçbir şey yoktu. Fakat dersaneden bahçeye çıkınca değişik bir durumla karşılaştık. Bize çok garip geldi… O zaman camilerde cenaze yıkamak için gasilhaneler yoktu. Herkesin cenazesi evinde yıkanır, tekfin edilir (kefenlenir), tabuta konulur, camiye götürülürdü. Baktık ki, bahçede bir büyük sacayağı, bir kazan, bir teneşir tahtası ve bir tabut. Evde cenaze olduğunun bütün göstergeleri hazırdı. Belli ki, bu evde bir cenaze, bir ölü var. Biz şaşırdık kaldık. Çıktık bahçeye. Hocaefendi de çıktı. Onunla göz göze geldiğimizde ‘Efendim bu ne hâldir? Bu evde ne var? Ne oluyor?’ dedik. Bize baktı ve gözünden iki üç damla yaş geldi. Dedi ki: ‘Evlatlar bu gece kızımı kaybettim!’ Edebiyat Fakültesi son sınıfta okuyan bir kızı vardı.

“İşin bir de şu ciheti var. Seneler 1940’lı ve 50’li yıllar. Kızların okuyamadığı dönemler ama Hoca’nın kızı ilim tahsil ediyor. Düşünebiliyor musunuz inceliği? İşte ilim ahlâkı bu… 22-23 yaşlarında bir kızdı. İki-üç kızı vardı. Bu kızı tüberküloz yani verem hastalığına yakalanmıştı.

“Hocaefendi’nin kızı o gece vefat etmişti. Evde cenazenin bulunduğu bir ortamda bize ders anlatmıştı. Burada çok mühim bir hâdiseyle karşılaştık biz. O da şudur: Çok sevdiği kızının vefat ettiği o gece kalkmış, ders çalışmış, anlatacağı konuyu belirlemiş ve sabahleyin bize fark ettirmeden, neşemizi kırmadan, ders heyecanımızı bozmadan, o dersi anlatmıştı.

“Hocaefendinin ahlâkı, tabiatı, ilme verdiği ehemmiyeti için bunu üstüne basa basa söylemek istiyorum. O günün uleması ve âlimi nasıl bir insandı, bir örnek olması açısından söylüyorum. Biz anlamadık evde cenaze olduğunu. Öyle neşe içinde dersaneden çıkarken o manzarayla karşılaştık. ‘Çocuklar bugün benim kederli günüm, bu gece kızım vefat etti, ders yapamayacağım’ diyebilirdi. Ama o dersi feda etmedi, iptal etmedi…

“Ama esas alınacak ders, evinde cenaze olduğu gün bile aksatmadan ders okutmasıydı. Hüsrev Hocaefendi, hayatını ders okutmakla geçirmiş başka hiçbir ideali yok, kimseden bir şey kabul etmez, dersiâm maaşı ile geçinir. O zaman o maaş da çok az bir şeydi… Onunla geçinir, kimseye minnet etmez, son derece vakur bir insandı. ‘Eğer siz başkalarına ders okutmayacaksanız, okumayın, hoca olmayın, eğer ölünceye kadar okutacaksanız, o zaman hoca olun!’ derdi. Cumhuriyetin ilanından sonra kapatılan bütün medreseler karşısında, ‘Ah bir kişi yetiştirebilir miyim? Bu mihraplar, minberler boş kalmasın, bu kürsüler boş kalmasın’ ideali içerisindeydi ve ölünceye kadar dersini hiç kesmedi…

1952 yılında Hüsrev Hocaefendinin kızı vefat edince, o sıralarda paraya sıkıştı. Ölümünden bir sene evvelinde Fatih semtindeki evini 22 bin liraya sattı. 15 bin lira borcu varmış, onu ödedi. Geriye kalanla Çengelköy’den bahçeli küçük bir ev aldı. Bunları hep biliyoruz. Çünkü bizimle dertleşirdi. Çengelköy’deki evine taşındıktan sonra haftada bir gün Çengelköy’e gider evinde ders okurduk. Hayatının son senesiydi. Ölümünden üç gün evvel son Pazar günü gittik. Hocaefendi rahatsızdı, prostat hastalığına yakalanmıştı, çok muzdaripti. Kendisi karyolada hafif doğruldu, elinde kitap derse başladı. Biz de yerde elimizde kitaplar, altı yedi talebe onu dinliyoruz.

“Cenab-ı Hakka hesap verirken: ‘Ben ölünceye kadar ders okutmayı kesmedim’ diyebilmek için derslerini devam ettirme fikrine sahipti. Yatağında bize ders anlatırken elleri titriyor ve kitaptaki yazıları göremiyordu. Çok hastaydı ve üç gün sonra da vefat etti. Biz baktık ki, Hoca anlatmak istiyor ama hayli rahatsız. İçimizden biri, ‘Hocam siz rahatsızsınız, biz inşaallah yine haftaya geliriz. Bugün ders yapmamız mümkün değil, isterseniz tatil edelim.’ dedi. Bunu duyunca şöyle geriye doğru yatağın üstünde doğruldu. Hocaefendi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kitabı yatağın üstüne koydu. Kollarını kaldırarak ellerini açtı ve şunu söyledi: ‘Ya Rabbi, Sen bana şahit ol, ben kitabı bırakmadım, onlar bana bıraktırdılar’ dedi. Bu lâfı hayatım boyunca hiç unutmadım.”

Bu son ders halkasından üç gün sonra 23 Nisan 1953 günü Hüsrev Hocaefendi vefat etti. Allah rahmet eylesin…

Gerçekten bu fedakar ve cefâkar Hocaefendinin örnek hayatı bizlere ve herkese ibretli bir ders olmalıdır. İlmin rütbesi, gerçek ilim adamlarının rütbesi çok yüksek ve büyüktür. Ama onun da işte böyle yüce himmetli âlimlerimiz tarafından temsil edilmesi, yeni yetişenlerin de onlara benzemek için gayret göstermesi gerekmektedir.

Abdullah Aymaz 
<< Önceki Haber Talebeye ve derse saygı Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER