Tarık Burak yazdı... Asr-ı Saadet’in Yamaçlarına Kurulan Kamplar

Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını kaleme aldığı yazı dizisinin 19'inci bölümünü yayınlıyoruz.

SHABER3.COM

TARIK BURAK - SAMANYOLUHABER.COM

Asr-ı saadet’in Yamaçlarına Kurulan Kamplar

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Kestanepazarı yıllarına ait unutulmaz ve en bereketli faaliyetlerden birisi de kamplardı. Üst üste üç sene, yaz aylarında gerçekleştirilen bu kamplar, yer olarak Buca ile Kaynaklar Köyü ortasında etrafı tarlalarla çevrili küçük bir çamlıkta kurulmuştu. Kampın bulunduğu yerde, suyu daha sonraki yıllar kifayet etmemeye başlayan bir kuyu ve küçük bir de peynir imalathanesi vardı. Etrafta, kendi tarlalarındaki tütünleri işleyen köylülerin kaldıkları minik çardaklardan başka da meskun saha yoktu. Sessiz, havadar ve o günkü imkanlar içinde güzel bir yerdi. Kamplarla, talebenin yaz günlerini değerlendirilmesi hedeflenmişti. Yani öğrenciler, köyüne, kentine gidip dağılmasın, derslerinden uzaklaşmasın; aklı, kalbi, ruhu disipline edilsin ve bu arada dini duygu, dini düşünce adına da derinleşsin istenmişti. 

İlk Kamp
Hocaefendi, Kestanepazarı'ndaki ikinci yılında öğrencilerle kamp yapmaya karar vermişti. İsmail Büyükçelebi’yi de o zamanlarda tanıdı. Çok ciddi ve gayretli görmüştü onu. Hatta, Hocaefendi onun şu sözlerini hiç unutamayacaktı: "Abdullah Ağabey, bu meseleleri biliyormuş da bana hiç söylememiş."  

Kamp meselesi Hocaefendi’yi iyiden iyiye düşündürüyordu. Finansman meselesi çok önemliydi. İhtiyaçları nasıl karşılayacaktı? Sonra çadır almak icap ediyordu. O günlerde bu kadarcık imkanı bile bir araya getirmek çok zordu. Meblağ küçüktü ama, altın bir nesil için himmette bulunacak insanlar yoktu henüz. 

Hocaefendi bu sıkıntıları nasıl aştıklarını kendisi anlatıyor:
“Ankara'ya gittim. Orada tanıdığım insanlar vardı. Aklıma bir çare gelmişti. 27 Mayıs ihtilalinden sonra, askeriye milletten para toplamış, karşılığında da bono dağıtmıştı. Bu bonolar istendiği zaman paraya çevrilebilecekti. Gittim ve 3000 lira tutarında bono topladım. Bunları Kestanepazarına verdim. Onlar da bonoları paraya çevirdiler.
Böylece çadırların yapımına hızla başladık. İlk sene kampa yetmiş kişi kadar gitmiştik... 
İlk kampta iki büyük çadır bir de benim küçük çadırım vardı. Ayrıca mevcut bir binayı da mutfak olarak kullanıyorduk. Vasıtamız yoktu. Rahmetli Ali, motoguzisiyle gelir gider ve bazı işlerimizi görürdü. Şaban Hoca da Arapça okutmaya gelip-gidiyordu.

O sene imkanlar dardı. Bazı geceler fırtına çıkardı. Hasırları, gemici feneri gibi diker ve içinde kitap okumaya devam ederdik. Kitaplar guruplar halinde okunurdu. İlk kamp, tam gönlüme göre bir şey oldu. Herkes tesbihatı gürül gürül ezberledi. Talebenin bu halini gördükçe, kamplara olan ihtiyacı daha iyi hissettim; kamp düşüncemizin isabetine bir kat daha inandım.
Tesbihatın açıktan ve koro halinde yapılması o günlerden kalma bir adettir. Tabiatın bağrında ve tabiata karşı tesbihat cehri, kalb ve gönle karşı da hafi ve gizli olmalıdır, diye istidlal ediyordum.

İlk kamp öylece fakirane ve gayet sade olarak ihya edildi. Gelenler de hep beğendiler. Ali Rıza Güven geldi. Kendi yanında çalışan adamları da hep gönderdi. Harem-i Şerif'in Emiri, Mahmud Mahdum da geldi. Çok beğendi. Ertesi sene yine geldi. Fakat biz kendine has urbası dikkat çeker düşüncesiyle geri çevirdik. Hacı Kemal, darıltıp gücendirmeden, münasip bir dille durumun nezaketini anlatmış, o da bize hak vererek geri dönmüştü. Hacı Ahmed Tatari de gelip de kampı sevenlerdendi.

Üç ay kadar orada kaldık. Bir gün de Mustafa Birlik'in çocukları ile Münteha Bacı geldiler. Onlara dışarıda bir çardak kurduk. Bize yemek yaptılar. Hulusi Ağabey ile Sungur Ağabey de kampa gelenlerdendi.

Kamptaki bütün işler bana bakıyordu. Ders okuturdum. Sonra da kalkar yemeklere bakardım. Bazen sütlaç da yapıyordum. Dağıtımını da yine kendim yapıyordum. Onun bile kendine göre bir zevki vardı. Sandalyeye oturur, kepçeyi elime alır, herkes elindeki tasıyla gelir, sıraya geçer, ben de "Bir kepçe halib, salli alel Habib" derdim. Sütlacını alan giderdi.”


Sağlam Beden Sağlam Düşünce

Kamplarda, ruh ve düşünce cimnastiğinin yanında, gece gündüz, müsait olduğu ölçüde kültür-fizik hareketleri yapılırdı. Bazen de derste onları "U" şekline sokar ve anlatılacakları anlatırdım. İdeal bir nesil, hem fizik hem de kültür yönünden mükemmel olmalıdır, düşüncesiyle böyle yapıyordum.

Tabiiki, o zamanlar, yapacağımız şeylerde bu bugün ki kadar hür değildik. Bir şey yapılacaksa, en yakınımdakiler bile "Abiler bu işe ne der?" diye soruyorlardı. Bunlar da bende ciddi sarsıntı meydana getiriyordu. Ciddi bir "Abi" baskısı altındaydık. Ve atacağımız her adımda, yüzde yüz isabetine kanaat getirsek bile "Acaba abiler ne der." endişesini üzerimizden atamıyorduk. En azından bu mevzuda mülahaza dairesini açık tutmamız gerekiyordu.

İlk kamp benim için biraz sıkıntılı oldu. Çünkü hemen her şey üzerimdeydi. Çadır kurmadan yemek yapmaya, ondan bir şey bozulursa onu tamir etmeye kadar. Kuyunun pompası çok bozulurdu. Onu hep kendim tamir ederdim. O sene elektrik yoktu. Ertesi sene 3 kw'lık küçük bir jenaratör bulduk. O da sık sık arıza yapardı. Tabii ki tamir işi yine bana bakıyordu.

Daha sonraları da çok kamp yaptık. Fakat bu ilk kamplar, ruhani zevk duyduğum ve derinlemesine bu hazzı yaşadığım en bereketli kamplar oldu. O kampları hiç unutamayacağım.

Belki, sır ve hafa planında, bu kamplarda nefsanilik de olmuş olabilir, bilemeyeceğim. Yani, sır ve hafa planında içimde dolaşan düşünceleri her zaman kontrol altında tutamamış olabilirim ve belki o yönüyle rahat ve rehavet için oraları sevmiş bulunabilirim; ancak, hayalimden asla ayrılmayan düşüncem şu idi: Yetiştireceğimiz nesil, bir asker gibi disiplinli olmalıdır. Fakat ruhani zevklere açık yönleri tıkanmamalıdır. 

Tesbihat, Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye'nin cehri olarak okunması ayrı bir güzellik buudu teşkil ediyordu. Ancak, kalbin yanında kafanın da işlettirilmesi gerekiyordu ki, kamplarda okunan kitaplar ve Arapça tedrisat, orayı adeta bir medreseye çeviriyordu. Durum böyle olunca, kamplarda askeriyenin disiplini, tekkenin edebi ve medresenin ilmi bütünleşiyor ve hayallerimizde renk ve çizgileri bütün güzellik ve netliği ile mevcut olan dünyaya ilk adım atılmış oluyordu.

İşin doğrusu, mecbur kalmadan kamptan ayrılıp şehre gelmeyi hiç düşünmüyordum. Sadece cuma günleri vaaz için İzmir'e geliyordum. Ertesi sene izin aldım ve kamptan hiç ayrılmadım. Üçüncü sene ise, yine vaaz için cuma günleri gelip gittim.

Geceleri kalkıp ibadet etme, o kısa gecelerde erkenden kalkıp sabah namazına hazırlanma, geceleri geç vakte kadar kitap okuma, hakikaten yeryüzünde olmayan bir hayat buuduydu. Ben, kamplardaki, bilhassa bu kamplardaki hissimi, bir manzumede çok seviyeli olmasa da yine de dile getirmeye çalışmıştım. Hislerimi olduğu gibi ifade ettim diyemem; fakat duyduğum ledünnî haz ve zevki anlatmaya gayret etmiştim.

Bir inayet ve bir koruma altında olduğumuz apaçıktı. Umumi teveccüh ekseriyetteydi. Davanın içinde ayrılık gayrılık düşüncesi yoktu. Arkadaşlarımız, Türkiye'nin her tarafından istedikleri talebeleri gönderiyorlardı. Urfa'dan, Diyarbakır'dan bile talebe geliyordu. Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde ona karşı, hem de böyle nizamî bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündürecektir...

İkinci ve üçüncü kamplara, gücümüz yettiği ölçüde müracaat eden her talebeyi almaya çalıştık. Bu arada, ziyaret maksadıyla bir iki gün kalanlar da eksik olmuyordu.
Şuur ve irademiz, tam taalluk etmese bile, zannediyorum cebren bir işin içine itilmiştik ve içine itildiğimiz bu iş, milletimizin uyanışı ve kültürü adına büyük hizmetler vaad ediyordu.

Evet, iman hizmetleri adına, bütün Türkiye'deki hizmete denk hizmet edildiği söylenebilir bu kamplarda. O gün, herkes her yerde bu kampları solukluyordu. Kamplar adeta dillere destan olmuştu.

Bazen Kaynaklar Köyü'ne, hatta daha ilerlere gittiğimiz oluyordu. Bir iki defa da suyun başına çıktık. Köylü bizi cidden seviyor ve ellerindeki imkânlarla destekliyordu. Gidişattan Kestanepazarı idarecileri de memnundu. Herhangi bir rahatsızlık izhar etmiyorlardı. İkinci sene talebe sayısı iki yüze yükseldi. Üçüncü sene ise üç yüze çıktı. Tabii ki, bu her gün orada bulunanların mevcudu. Bazıları beş-on gün kalıp gidiyor, yerine başkaları geliyordu. Kamp bir sevkiyat ocağı gibi çalışıyordu.

Sayı arttıkça zorluklar da artıyordu. Bilhassa üçüncü sene ciddi su sıkıntısı çektik. Uzak mesafelerdeki civar kuyulardan araba ile su taşıyordum. Hem araba kullan, hem su taşı, hem de ders ver; bütününe güç yetirmek hakikaten beni zorluyordu. Ama yetişmeye çalışıyordum.”

Kamplar devam ederken bu arada siyasilerden de görüşme talebi geliyordu. İlk görüşme teklifi, 69'lı yıllarda yeni kurulmuş Milli Nizam Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan’dan geldi. Hatta buna teklif demek de uygun olmaz, çünkü Erbakan bizzat kampa geldi. 

Hocaefendi bu ziyareti şöyle anlatıyor: “Orada kendisiyle uzun uzun sohbet edildi. Daha doğrusu o bir şeyler anlattı, biz de dinledik. İlk görüşmemizde, yanında Süleyman Karagülle Bey de vardı. Erbakan Hoca'nın bazı sorularına, bizim namımıza o cevap vermişti. Bizim yaptığımız işin, bir kültür hizmeti olduğunu ve bu memleketin yetişmiş insanlara ihtiyacı bulunduğunu anlatmıştı. Anlatmıştı diyorum; zira Süleyman Karagülle Bey de o gün bu anlayışa arka çıkmış ve destek olmuştu. 

Erbakan Hoca Milli Nizam Partisi'ni kurmuştu. Taraftarlarda da aynı mülahaza söz konusuydu; zira artık o, kavgasını, siyonizme, masonluğa ve farmasonluğa karşı verdiği inancıyla dopdoluydu. Bu açıdan da ona göre inanan herkes, onun arkasında yer almalıydı. Tabii böyle bir talepte ne kadar haklıydı; onu ileride tarih söyleyecek.

Daha sonra bir kere de o zat, ben hasta iken geldi. Zaten o esnada yataktan kalkamıyordum. Sabah namazı vakti gelip ziyaret etti ve ayrıldı. Bu sadece bir hasta ziyaretiydi. Ancak onun ve diğer siyasilerin bizimle görüşme talepleri, elbette sadece benim şahsımdan kaynaklanmıyordu. Onlar, bizim arkadaşlarımızda gördükleri veya zannettikleri potansiyel gücü, 'rey'e çevirebilmek cehdi ve gayreti içindeydiler. Aslında bir siyasi lider için böyle bir davranış gayet normal ve tabiidir, ancak, eskiden beri ruhuma hakim olan bir düşünce vardır. Bu adamlar politikacıdır; görüşmeleri, konuşmaları hep birer siyasî yatırım olabilir. Bugün burada bizimle oturur bir şeyler konuşurlar. Yarın gider bunu bir yerde kendilerine malzeme yapabilirler. Bu iş basına akseder ve bunun tekzibi de mümkün olmaz, ancak, tavrımızın siyaset üstü olduğunda şüphe edilmemelidir.”

Kamptaki gençleri ve o meşakkatli hayatı gören Erbakan, Hocaefendi’ye:
- Bu çocuklarla uğraşmayı bırakın. Ülkeye hizmetin en etkili yolu siyasettir, diyordu. Hocaefendi’nin yaptığı bu hizmetler, iğneyle kuyu kazmak olarak algılanıyordu. 

Ama, Hocaefendi’yi ikna etmesi mümkün değildi. O kararını vermişti, siyaset ona göre değildi. Çünkü, Türkiye’nin bulunduğu durumdan kurtuluşu ancak siyaset üstü bir yaklaşımla toplumun bütün fertlerini kucaklamakla mümkün olabilirdi. Daha sonra, aynı teklif Adalet Partisi’nden ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden gelecek, fakat onlara da Hocaefendi’nin cevabı aynı olacaktı.

O, Efendisi Aleyhissalatü vesselam gibi iğneyle kuyu kazacaktı. 

Günlük politika oyunlarını, kitlelerin aldatılıp iğfal edilmesini, iktidar ve menfaat mücadelelerini ve bu uğurda bütün gayrımeşrûların meşrû gösterilmesini siyaset telâkki edemezdi. Bu yüzden, kalbî hayatı, düşünce istikameti ve Hakk'la münasebetleri adına her siyâsî hareketten uzak kalmayı zarûri görüyordu. Onun lezzet aldığı şeyler farklıydı.

Bediüzzaman Said Nursi de bu konuda şöyle diyordu: 'Sevdiğinizi Allah için sevme, sevmediğinizi de Allah için sevmeme yerine, siyaset için sevme, siyaset için buğzetme şeklinde siyasi bir düstur size hakim olmasın. Evet, siyaset, kalpleri bozar, asabi ruhları azap içinde bırakır. Kalp selameti ve ruh istirahatı isteyen adam siyasetle uğraşmamalı.' (Kastamonu Lahikası)....'Siyaset, nefse çekici gelmesi sebebiyle, meraklıları kendisiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifeleri (İman ve Kuran'a hizmet) unutturur veya noksan bıraktırır. Her halükarda bir tarafgirlik meyili verir ve bu meyille tuttuğu tarafın zulümlerinin hoş görülmesine yol açar.' (Emirdağ Lahikası)

En Lezzetli Anlar

Hocaefendi, çok meşakkatli de olsa altın bir nesil yetiştirmek için iğneyle kuyu kazmaya devam edecekti:
“Jenaratör çok eskiydi. Her gün söküp tamir etmek zorunda kalıyordum. Adeta bir jenaratör ustası olmuştum. Bir ara kuyuyu da biraz eşmemiz gerekti. Kazma-kürek aldık, arkadaşlarla beraber onu da hallettik. Tuvalet ve banyo binalarımızı da kendimiz yaptık. Hela çukurlarını da kendimiz kazdık.
Sakın bunları mesele edindiğimden anlattığım sanılmasın. Sadece hayatımın en lezzetli anları olduğu için anlatıyorum. Hatta, arkadaşlardan biri daha sonraları bana şöyle bir hatıra anlatmış ve o gün için böyle bir davranışı çok garip karşıladığını söylemişti. Hadise şuydu: Ben elimde kazma hela çukuru kazıyorum. Talebelerden biri de "Hocam iki kazma da şuraya vur" diyerek bana bazı yerler gösteriyor...
Hadiseyi bana anlatan arkadaşa bu durum çok garip gelmiş; halbuki ben o gün yaptıklarımı bir vazife olarak yapmıştım. Davranışlarım başkalarına örnek olsun diye bir düşünce de taşımıyordum... Yaptığım her işi zevk alarak yapıyordum. Tabii bu sıkıntı yoktu manasına gelmez. Elbette çok sıkıntılı günlerimiz oluyordu.

Mahmud Mahdum Hocaefendi'nin dediklerini hâlâ unutamıyorum. Şöyle demişti: "Şu anda, Kâbe de dahil, yeryüzünde bu kadar ruhaniyatın hâkim olduğu bir yer yoktur. Böyle bir hayat, bir kere Asr-ı saadette yaşanmıştır, bir de şimdi burada sizler tarafından yaşanmaktadır..."

Aradan seneler geçecek ve ben Ravza-i Tahire'de birkaç kişinin, hiç istemediğim halde bana karşı hürmetkâr davranışlarından ötürü gidip karakolda hesabını verecektim. Ve o zaman daha iyi anlayacaktım ki, serbestlik adına, bizim kamplarda yaşadığımız hayatı oralarda dahi yaşamak mümkün değildir. Ve Mahmud Mahdum Hocaefendi'ye daha çok hak verecektim...

Disiplinli ama ruhaniyatlı insanlar yetiştirme tek gaye ve hedefimizdi. Bunun için kitapların okunması, tesbihatın gürül gürül icrası, Sünnet-i Seniyye'nin yaşanması, namazların tâdil-i erkanla kılınması gibi hususlara dikkat ediyor; aynı zamanda onları disipline alıştırıcı bazı temrinatta bulunuyordum. Gece yürüyüşleri, gündüzleri koşular, yat-kalklar hep bu hedefe yönelikti. Bütün davranışlarda kalbî ve ruhî hayat aranıyor, ona ulaşmanın yolları araştırılıyor ve bütün bu işler bir disiplin içinde yapılıyordu.

Son kamp benim için çok zor olmuştu. Çünkü ikinci kampta arkadaşların tedbirsiz hareketleri, her gün akın akın insanların toplu halde kampa geliş-gidişleri çevreyi rahatsız etmeye başlamıştı. Kestanepazarı kampa soğuk bakmaya başladı. Yerin sahipleri de orada kamp yapmamızı istemediler. Bir-kaç kişi bizi ellerinde nacaklarla karşıladı ve gözdağı vermeye çalıştılar. Bir kötülük yapabilirler diye ben de kampın başka yerde olmasını istiyordum. Çatalkaya’da, Nif Dağlarında tam bir ay dolaştım ve bir kamp yeri aradım. O dağları avucumun içi gibi bilirim. Fakat uygun bir yer bulamadım. Üçüncü sene yine aynı yerde kamp yapmamız tamamen başka yer bulamayışımızdan oldu. Yoksa orayı düşünmüyordum.
Her şeyi göze aldık ve üçüncü sene de kampı aynı yere kurduk. Fakat Kestanepazarı bütün desteğini çekti. Arkadaşlarımız da müzahir olmasa idi, durumumuz çok müşkülleşecekti.

Kamplarda şoför olmadığı için arabaları ben kullanıyordum. Müftülüğün minibüsünü emanet olarak almıştık. Buca'dan talebeleri alıp, kampa getiriyordum. Arabayı devirdim. Nasıl dışarıya çıktım, farkında değilim. Koca Yusuf ayaklarımın altında yatıyordu. Müftülükte kâtiplik yapan Mevlüd Bey'in oğlu Sacid'in başı yarılmıştı. Üç-dört bin liralık masraf açılmıştı. Durumu Mevlüd Bey'e telefonla bildirdim. Oğlunun yaralandığını söylediğimde hiç unutamayacağım şu cevapla karşılaştım: "Hocam, dedi, benim oğlum gibi yüzlercesi sana feda olsun. Sana bir şey olmadı ya..."

Üçüncü sene arkadaşlar bir Skoda almışlardı. Onu da yine ben kullanıyordum. Zaten başka bilen de yoktu. Sadece Hacı Muammer yeni yeni araba kullanmasını öğreniyordu. Yanımda İsa Bey oturuyordu. Bucâ’ya gidip üniversite talebelerini kampa getirecektik. Teybe bir Kur'an bantı koydum. Onunla uğraşırken araba yuvarlandı. Yine bir sürü masraf açıldı.

Son kampa Mustafa Polat da gelmişti. Zaten beş-altı ay sonra da vefat etti. O tam bir dava adamıydı. Vefatı, bütün dostlarını olduğu gibi beni de çok üzmüştü.

Eğer ötelere seyahatimizde, herkese birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyalı mavi hatıralarını alır götürürdüm.

O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyalı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim.. Kimbilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevketmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.

Kendimin böyle bir hizmete layık olduğumu hiçbir zaman hayal dahi etmedim. Ömrüm boyunca "Demek ki Allah (c.c) şahısların şahsi durumunu hesaba katmadan, istediğine istediği hizmeti gördürüyor" diye düşündüm. Meseleye bu açıdan bakılırsa, bu devrede büyük işler yapılmış sayılmaz. Eğer, Cenab-ı Hakk, bu hizmeti başkalarına değil de bize yaptırmışsa, vazifemiz sadece şükürdür. Minnet âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.”  
<< Önceki Haber Tarık Burak yazdı... Asr-ı Saadet’in Yamaçlarına... Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER