Ahlak (Feza-il versus Reza-il)

Cuma Karaman

Cuma Karaman

13 Ağu 2021 11:54

  • Her ne kadar dünya genelinde din ve inanç çeşitliliği çok olsada hepsinde ahlak, hak ve adalet yaklaşımları hemen hemen aynıdır. Bu böyle olmasaydı bile, faraza ahlakî olmayan dinî dahi olsaydı bu hiçbir değer ve kıymet ifade etmezdi. 
    Din ile ahlak arasındaki korelasyonu ve yakın ilişkiyi ifade babından Peygamberimiz (s.a.v) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur. O’nun gönderiliş gayesi güzel ahlakı tamamlamak içinse şayet, bugün Islam coğrafyasına hakim olan ahlaksızlığı nasıl Peygamber’in getirdiği dinle açıklayabilir, telif edebiliriz. Merhum Mehmet Akif Müslümanların kahreden bu çelişkili durumunu bir beytinde şöyle dile getiriyor:

    O îman hüsn-i hulkun en büyük hâmisi olmuşken... 
    Nemiz vardır fezâilden, nemiz eksik rezâilden?

    Mehmet Akif döneminde olduğu gibi maalesef bugün de İslam coğrafyasına sayamayacağımız kadar rezail hâkim. Oysaki, sadece dinlere göre değil, birçok düşünür ve filozofa göre de insanı hayvandan ayıran en önemli özellik ahlaktır. Tıpkı hak ve adalet kavramlarının kapsamları gibi ahlakın kapladığı alan da çok geniştir. Öyle ki, ahlakın ilgili olmadığı hiçbir alan ya da konu yok gibidir. Bu yüzden, temel ahlaki özelliklerden yoksun birinin toplum hayatına uyum sağlaması düşünülemez. Medeni bir toplum ise ancak ahlakı önceleyen dinler ile bilimi referans alan aydın ve mütefekkirlerin uzlaşması ile mümkün olabilir. 
    Öte yandan, ahlak anlayışlarını içinde bulundukları grup ahlakına hasredenlerin kendilerinkinden farklı ahlaki anlayış ve sistemlerle iletişim, diyalog ve iş birlikleri kurmaları zordur. Özellikle hem fert hem de toplum bazında siyasi ve ideolojik kimliklerini ilmi realitelerin; mezhep, tarikat ve cemaat aidiyetlerini dini ilkelerin; ırksal kimliklerini de insan olma ortak paydasının önüne geçirenlerin insanlık ortak kültür ve birikimine müspet bir katkı yapmaları düşünülemez. 
    Ne yazık ki, din dincilerin hurafelerinden, devlet müstebitlerin idaresinden kurtarılamadığı müddetçe bu fasit daire maalesef devam edecektir. Bir topluluk dini anlayışını ahlakla, devlet sistemini ise hak ve adaletle taçlandırabilirse ancak müreffeh ve huzurlu bir toplum oluşturabilir. Türkiye örneğinde ise tüm bu alanlarda köklü bir ıslahat ve değişim zarureti tartışmadan varestedir.
    Peki bu nasıl olacak? Böyle bir şey fertler bilinçlenmeden mümkün olabilir mi? Unutmayalım ki, birçok İslam düşünürü, araştırmaya dayalı bilimsel bilgiyi elde etmenin önünde engel gördükleri taklide karşı çıkmış, körü körüne inanmanın iman açısından mahsurlarının yanı sıra ilmi gelişmelerinde engellediğini savunmuşlardır. Aşırı taklitçiliğin zamanla taklidin dışına çıkanları dinden çıkmışlar gibi görmeye varabileceği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu düşünürlerin haksız oldukları söylenebilir mi? Düşünmeyi,akletmeyi ve araştırmayı emreden bir dini anlayış yerine taklitçiliğe sapmak kaçınılmaz olarak derin bir kör taassuba yol açar. İnsanı çağın gerçekliklerini, gelişmelerin uyarı mesajlarını okuyamaz hale getirir. Zamanın şartlarına göre çözümler üretmek yerine geçmişin köhnemiş kalıplarına, hurafe ve tabularına mahkûm kılar.

    Atadan, babadan görülenlere körü körüne bağlılık ve taklit eldekiyle yetinmeye yol açar, her türlü ilerlemeye mâni olur. Belli bir dönemden sonra taklitçilik ruhu hakim oldukça ne ilim ne de bilim insanı yetişen İslam aleminin hal-i pür melali bu korkunç duruma verilebilecek en can alıcı örneklerdendir. Maalesef, yüzyıllardır Müslümanlar, kendilerinden önce gelmiş veya kendi dönemlerindeki alimlerin eserlerini eleştirel bir nazarla ele almak, derinlemesine araştırıp enine boyuna tartışmak suretiyle yeni ufuklara açılmak yerine o eserleri sadece yüzeysel sohbetlerinin konusu yapmayı tercih etmişlerdir. Önce duraksamaları, sonra gerilemeleri ve geri kalmışlıkları kaçınılmaz olmuştur.
    Oysa dini emirlerin akılla izah edilemez olduğunu savunan kendisinden önceki din ve inançların bilimsel gelişmelere karşı duran yaklaşımlarının aksine İslam, aklın mümkün görmediğine insanları inanmaya zorlamadığı gibi müntesiplerini aklı kullanmaya ve ilim sahibi olmaya sürekli teşvik etmiştir. Buna rağmen, akıl ve mantık dışı inanışları insanlara kabul ettirmeyi dini bir vecibe olarak gören çağdışı zihniyetin bugün bile alabildiğine yaygınlığı son derece esef ve hayret vericidir. Bu marazlı dini anlayışı enine boyuna ciddi bir tetkikten geçirmeden ne asırlık ihmallerin sebep olduğu kangren halini almış meseleleri ne yükselen cehaleti ve beraberinde semirttiği ahlaksızlığı gidermek ne de köklü bir değişim ve gelişimi hayal etmek mümkün olabilir.
    Allah (c.c.) insanları kendi kaderleri üzerinden belirleyici olan bir cüzi irade ile yaratmıştır ki, yapıp ettiklerinin sonuçlarından da kendileri sorumlu olabilsin. Sahip olduğu şuur ve idrak kabiliyeti, düşünce ve tercih keyfiyeti ile kendisi hakkında kendisi karar verebilen insanın iradesini dışlayan kaderciliğin hiçbir türü bu yüzdendir ki kabul edilemez. Çünkü, eşref-i mahlukat olarak yaratılan ve iradeyle donatılan insan, olaylar karşısında eli kolu bağlı bir varlık değildir. Zaten insanın hayatı da Allah’ın bahşettiği şuur ve iradesinin hakkını verdiği nisbette anlam ve değer kazanır. Kur’an-ı Kerim’in “Herkesin kaderi kendi çabasından ibarettir” (İsra,13) ayeti haşa boşuna nazil olmamıştır. Kur’an insanın kaderinin kendi çabasına bağlı olduğunu ifade ederken İslam aleminin geri kalmışlığının sorumluluğunu kadere yüklemek ne kadar hakkaniyetli olur? 
    Ortalığı kasıp kavuran çarpık kadercilik, insanların kendi cehaletlerinin, tembelliklerinin, miskinliklerinin sebep olduğu sonuçların sorumluluğundan kaçmak ve sığınacakları bir teselli olsun diye benimsedikleri bir anlayıştır. Yukarda bahsettiğimiz kutsi ayetin ışığında İslam aleminin gerilemesinin, Müslümanların kendi kusurları ve günahlarından dolayı olduğunu rahatlıkla savunabiliriz. Ben şahsen, bu geri kalmışlıkta dış etkenlerin payının yüzde 10,kaderci, cahil ve tembel Müslümanların sorumsuzluklarının payının ise yüzde 90 olduğunu düşünenlerdenim. Bu yüzdende karşı karşıya kaldığımız her sorunda Batı’yı ve sömürgecileri kötülemek yerine “Neden bu kadar kolay sömürülüyoruz?” sorusunu kendimize sormamız gerektiğini savunanlardanım. Hakikaten geri kalmışlığımızın asıl nedenlerini kendimizde arasak daha sağlıklı bir adım atmış olmaz mıyız? Şu an kendi ülkemiz başta olmak üzere tüm İslam coğrafyasını kasıp kavuran onca zulmü, gaddarlığı, haksızlığı ve hukuksuzluğu dışarıdan mı ithal ettik? Yok, hayır. Neredeyse tamamına yakınını şu ya da bu şekilde kendimiz ürettik. 
    Bir asır önce İslam aleminin parçalanmışlığına, ezilmişliğine bakıp “dinsiz ve devletsiz olmaz” diyen Cemâleddîn Afgani’nin dediğine elbette katılıyorum. Ancak hikâye ve hurafelerden arınmış bir din ve müstebitlerin, zorbaların tasallutu altında olmayan, hak ve hukuka dayanan bir devlet olması şartıyla.
    Bugün yaşadığımız tüm sorunların muhakkak ki hem güncel hem de geçmişe dayalı birçok boyutları bulunmaktadır. Bu sorunların kök sebeplerine inmeden ne bu sorunlara karşı mücadele etmemiz ne de müspet bir sonuca varmamız mümkün olabilir. Bu yüzden diyorum ki, dar kalıplar içine sıkışmış düşüncelerden sıyrılıp artık engin ufuklara doğru yelken açmalıyız. Okumalıyız, araştırmalıyız. Düşünmeliyiz.İçinde bulunduğumuz dünyayı ve çağın gerçeklerini anlamaya çalışmalıyız. Hiç olmazsa biraz etrafımızda neler olup bittiğine bakmalıyız.
    13 Ağu 2021 11:54
    YAZARIN SON YAZILARI