Hapsedilen İlk Kadınlar ve Çocukların Bugünkü Varisleri…

Faruk Mercan

Faruk Mercan

06 Tem 2021 12:26


  • Dünyadaki en prestijli üniversitelerden biri kabul edilen Yale Üniversitesi son iki yıl içinde İslam tarihinin önde gelen şahsiyetleriyle alakalı üç biyografi çıkardı. Hazret-i Ali, Selahaddin Eyyubi ve Yavuz Sultan Selim…

    2019’da yayınlanan ilk biyografi “Sultan Selahaddin’in Hayatı ve Efsanesi” adını taşıyor. Yazarı Londra Üniversitesi tarih profesörü Jonathan Phillips.

    2020’de yayınlanan ikinci biyografi, “Allah’ın Gölgesi; Sultan Selim, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Dünyanın Oluşumu” adını taşıyor. Yazarı, Yale Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Profesör Alan Mikhail.

    Bu yıl yayınlanan üçüncü kitap ise, “Peygamber’in Mirasçısı; Ali İbn-i Ebu Talib” ismini taşıyor ve yazarı Pakistanlı Hassan Abbas…
    Hazret-i Ali ve Sultan Selahaddin’in biyografilerini doğrudan Yale Üniversitesi yayınladı, Yavuz Sultan Selim biyografisini ise 1923’ten beri faaliyet göteren ve çok büyük yayınevlerinden biri olan “W.W. Norton&Company” çıkardı, yazarı Yale profesörü…
    Bu yazıda, Hazret-i Ali’nin biyografisini ve günümüze ışık tutan taraflarını ele alacağım. Pakistanlı yazar Hassan Abbas, hem Sünni hem de Şii kaynaklardan yararlanarak Hazret-i Ali’nin hayatını yazmış. 

    Kitaptaki bilgilere göre Hazret-i Ali’nin kabri, zarar verilmesin diye yaklaşık 125 yıl gizli kalıyor. Kitabın yazarı Hassan Abbas, “Hazret-i Peygamber’in aile fertleri, Müslümanlar nezdindeki seçkin konumlarına rağmen neden bu kadar eziyete maruz kaldılar?” sorusunu soruyor. 

    Evet aynı soruyu bugün biz de soruyoruz. Hazret-i Ali ve evlatlarına bunları nasıl yapabildiler?

    O Hazret-i Ali ki, zehirli kılıçla kendisine suikast yapan İbn-i Mülcem yakalanıp önüne getirilince, bileklerindeki bağın gevşetilmesini isteyip oğlu Hazret-i Hasan’a şöyle diyordu:

    “Sakın benim katilimden başkasını öldürmeyin. Ey Hasan, eğer ben bu darbeyle ölecek olursam, katilime böyle bir darbe vur ve eziyet etme. Ben Resulullah’tan şöyle işittim, Sakın müsle yapmayınız, karşınızdaki canlı, uyuz bir köpek dahi olsa…”

    Müsle, birini öldürdükten sonra, kulak, burun gibi azalarını kesmek manasına geliyor. Evet zehirli kılıçla başı yarılmış, mübarek sakalı kana boyanmışken, suikastcçsine bu merhameti gösteren Hazret-i Ali’nin evlatlarına Kerbela’yı nasıl yaşatabildiler? 
    Hazret-i Ali 26 Ocak 661 günü vefat ettiğinde, oğlu Hazret-i Hüseyin halka şöyle sesleniyor: “Müminlerin Emiri, 700 dirhem dışında geride hiçbir şey bırakmadı…”

    O Hazret-i Ali ki, Halife iken çamaşır alacak parası olmayınca pazara gelip kılıcını satmak mecburiyetinde kalıyordu:

    “Bu kılıcı kim benden satın alacak? Yerden tohum bitiren Allah’a yemin ederim ki, çok kere bu kılıçla Resulullah’ın yüzündeki üzüntüyü giderdim. Şayet izar (vücudun altına giyilen giysi) alacak param olsaydı kılıcımı satmazdım.”

    Orada bulunan birisi, “Ey Müminlerin Emiri, kılıcı ben satayım, satınca parasını getiririm” diyor. 

    Hazret-i Ali’nin Kufe’de uzerindeki elbise, Medine’deki evinden çıktığından beri giydiği bir kadifeydi.  

    İftar sofrasına oturmuşken, kendi yemeğini kapıyı çalan fakirlere veren, Mescid’de namaz kılarken yardım isteyen bir fakire parmağındaki yüzüğü çıkarıp uzatan ve namazına devam eden Hazret-i Ali…

    Bir gün bir ziyaretçisi gelir. Hazret-i Ali oturmaktadır ve önünde bir bardak ile su dolu bir kupa vardır. Ağzı mühürlü bir kutuyu çıkararak içindeki kavrulmuş buğdayı bardağa boşaltır ve üzerine su döker. Sonra da onu içer ve ziyaretçisine de ikram eder. Ziyaretçi, “Ey Müminlerin Emiri, bunu Irak’ta mı yapıyorsun, halbuki Irak’ın yiyeceği çoktur” deyince Hazret-i Ali şu cevabı verir:

    “Vallahi bu kutuyu cimrilikten mühürlemiyorum. Bana yetecek kadar satın alıyorum. Çünkü bitince içine bilgim dışında bir şey konmasından korkuyorum. Buğdayı böylesine korumam bundandır. Karnıma temiz olanın dışında bir şey girmesinden hoşlanmıyorum.” 

    Bir gün şöyle diyecekti Hazreti Ali: 

    “Resulullah zamanında şiddetli açlıktan karnıma taş bağladığımı görür gibi oluyorum. Halbuki o günlerde verdiğim sadaka kırk bin dinardı.”

    Kabe’nin içinde doğma şerefine nail olan ve bu sebeple “Kabe’nin Oğlu” unvanını alan Hazret-i Ali, suikaste uğradıktan sonra “Kabe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki kurtuldum” demişti. Çünkü, halifeliği bir yük olarak görüyordu. Bediüzzaman Hazretleri’nin enfes ifadesiyle onun payesi maneviyat aleminin sultanlığıydı ve onun nesli kıyamete kadar böyle devam edecekti. 

    Hazret-i Ali’nin vefatından sonra, oğlu Hazret-i Hasan altı ay taşıdığı halifelik vazifesinden feragat etmesine rağmen daha sonra bir desise ile zehirlenerek 669’da şehit ediliyor. 

    Ve Kerbela, 680 yılının Muharrem ayı… Susuzluğa daha fazla dayanamayan Hazret-i Hüseyin, Fırat ırmağının kenarında yüzükoyun yatıp bir avuç su aldığı sırada, “Su içerse bir daha hayat bulur, su içmesine fırsat vermeyin” diye bağırarak saldırıyorlar. Bu sırada Hazret-i Hüseyin’in yüzüne gelen ok ağzına isabet ediyor. Oku eliyle çekerken, içemediği su ağzından dökülüyor ve ağzı kanla doluyor. Hazret-i Hüseyin dönüp çadırının önüne geldiğinde ağzından kanlar akıyordu. Yine saldırıyorlar. Hazret-i Hüseyin bu güruhla kahramanca savaşıyor. Vücudunda 34 kılıç yarası ve 33 ok yarası oluşuyor. Susuzluk ve kan kaybından bitap düşüp oturunca üzerine saldırıyorlar. Önce bir kılıç darbesiyle bir kolu yere düşüyor. Tek kalan kolu ile onlara direnirken sırtına vurulan süngü ile yere düşüp şehit oluyor. Vefat edince, mübarek başını kesiyorlar ve yağmacılığa başlıyorlar. Biri Hazret-i Hüseyin’in gömleğini, diğeri öteki giysilerini çıkarıp alıyor. Biri sarığını, bir diğeri kılıcını alıyor, sonra kadınların ve çocukların feryatları arasında çadırını yağmalıyorlar. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya’da, “Hatta kadınların üzerindeki eşyaları bile yağmaladılar” diyor.

    Bunlar, günümüzdeki “Onlara su bile yok, ağaç kabuğu yesinler” naralarına, yapılan vahşice işkencelere, hapsedilen insanların mallarına çökülmesine, yağma edilmesine ne kadar benziyor değil mi?..  

    Hazret-i Hüseyin’in aile fertleri kadınlar ve çocuklar, başları açık ve yalın ayak deve sırtında esaret altında önce Kufe’ye, sonra Yezid’in bulunduğu Şam’a götürülüyorlar. 

    Taberi Tarihi’ne göre, Hazret-i Hüseyin’in mübarek bedeni, diğer şehitlerle birlikte üç gün Kerbela çölünde kalıyor. Sonra Fırat nehrinin kenarındaki Amiriye köylüleri, cenazeleri oraya gömüyorlar. 

    Kufe’ye ve Şam’a götürülenlerin içinde Hazret-i Huseyin’in oğlu Zeynel Abidin, kızları Ümmü Gülsüm, Fatıma, Sekine (Sukeyne) ve kız kardeşi Zeynep de var. Zeynel Abidin, hasta ve çadırda yattığı için Kerbela’da kurtuluyor. Ahmet Cevdet Paşa, “Hazret-i Hüseyin’in Hasan ve Ömer adında iki oğlu daha vardı, fakat pek küçük oldukları için eşkıya bunlara ilişmedi” diyor. Ama Hazret-i Hüseyin’in diğer iki oğlu, Ali Ekber ve Ali Asgar ile Hazret-i Hasan’ın oğulları Kasım ve Ebubekir; Kerbela’da şehit olan 72 kişi içinde yer alıyorlar.

    Hayatta kalan kadınlar ve çocuklar, bugünlerde derdest edilerek zindanlara atılan binlerce kadın ve onlara refakat eden yüzlerce çocuğun ilk öncüleri… Bugün nezarethanelerde başörtüleri zorla çıkarılan, namaz kılmaları engellenen, ırzlarına saldırılan, tecavüz tehditlerine maruz kalan mağdur ve mazlum kadınlar, yaşadıklarıyla ilk öncülerine ne kadar benziyorlar değil mi?..

    Zeynel Abidin, Hazret-i Zeynep ve Ümmü Gülsüm, Şam’da Yezid’in önüne getirildiklerinde, Hazret-i Hüseyin’in mübarek başı bir tepside Yezid’in önüne konuluyor. Elindeki değnekle Hazret-i Hüseyin’in dudağının üzerine vururken bir yandan da onlara sataşan Yezid ve adamlarına kahramanca cevaplar veriyorlar ve bu esaretin bitiminde de Medine’ye dönüyorlar. 

    Hazret-i Zeyneb’in Kufe’de Yezid’in valisine söylediği şu sözler tarihe geçti:

    “Elhamdulillah ki Hak Teala bizim hanedanımızı Nübüvvetle şereflendirdi. Ve aslımızı yalancılıktan ve kötülüklerden pak kıldı. Allah Teala’nın takdirinde ne yazılmış ve hükmedilmişse o oldu. Yarın Hak Teala’nın huzurunda hak ne ise ve zalim kim ise zahir olacaktır.” 

    Yezid’in “Baban saltanatı benden almak istedi, başına bunlar geldi” diye sataştığı Zeynel Abidin, Hadid suresinin 22. ayetiyle cevap veriyor. Bu ayet, dünya hayatındaki imtihanları ve musibetleri anlatıyor. 

    Ümmü Gülsüm’ün, Yezid’in valisine sözleri de aynıydı:

    “Şükürler olsun o Allah’a ki, bizi Muhammed Mustafa ile kerem kıldı, ve temizden temiz kıldı…”

    Hazret-i Ali biyografisinde, Hazret-i Hüseyin’in dört yaşındaki kızı Sekine’nin (Sukayna) Emevi hapishanesinde vefat ettiği yazılıyor. Ama Taberi Tarihi, Kısas-ı Enbiya ve Hilyetül Evliya gibi kaynaklarda bu vefat hadisesine dair bir bilgi bulunmuyor.
    “Orta Asya ve İslam'ın Yeni Rönesansı” yazısında bahsettiğim Frederick Starr kitabında, “Dört halife döneminde hapishane yoktu, İslam tarihinde ilk hapishane Emeviler döneminde açıldı” diyor. Hilafetin yerini saltanat alınca, bunu hapishanenin takip etmiş olması çok normal…

    Daha sonra Yezid’in adamları Medine’ye saldırıyor. Bir çok melanetler işleniyor, sahabeler şehit ediliyor. 682’de yaşanan ve Harra vakası olarak bilinen bu hadise İslam tarihinin en acılı sayfalarından biri oluyor. Sonra benzer bir saldırı Mekke’ye yapılıyor, hatta Kabe zarar görüyor.

    Ama uğruna bunca melanet işlenen bu saltanattan geriye hiçbir şey kalmadı. Yezid kısa zamanda ölünce saltanat, Süfyan oğullarından Mervan oğullarına geçti.

    Oğlu Yezid’i halife yapan Muaviye’nin vefat ederken, söylediği şu sözler, onlardaki derin bir pişmanlığın ifadesiydi: 

    “Keşke Zituva vadisinde bir fil olsaydım da emirlik işleriyle uğraşmasaydım…”

    Zeynel Abidin, babası Hazret-i Hüseyin ve dedesi Hazret-i Ali gibi, Peygamber yolunun şanlı bir yolcusu olarak İslam tarihindeki yerini aldı. Onunla devam eden nesil, kıyamete kadar velayetin sultanları payesini taşıyacaklar.  

    Hazret-i Zeynep, Ümmü Gülsüm, Fatıma, Sekine… Onlar da Peygamber ailesinin kadınları ve kızları olarak, Hazret-i Fatıma’nın izinde kadınlar aleminin sultanları oldular. Kıyamete kadar da böyle olacaklar. 

    Zulüm o zamandan beri hiç bitmemiş. Yezid’den sonra Mervan oğulları da zulme devam etmiş. Zeynel Abidin’i Medine’den sürgün etmek için elini ayaklarını zincirlerle bağlayıp silahlı muhafızlara teslim ediyorlar. Zeynel Abidin, velayet gücüyle zincirlerden kurtulunca Mervan hanedanını korku salıyor. Geçmişten bugüne, bütün bu zulümlerin altondaki o meşum saik, dünya saltanatını kaybetme korkusu…

    İmam-ı Azam Ebu Hanife, Ehl-i Beyt’in haklarını müdafaa ettiği için, Abbasi Halifesi’nin zulmüne maruz kalıyor. İşkence ve dayak neticesi vefat ediyor. Diğer üç büyük mezhep imamı; Ahmed Bin Hanbel, İmam Şafii ve İmam Malik aynı zulüm ve işkencelere maruz kalıyorlar. İmam Buhari baskılara maruz kalıyor. Ama çizgilerini değiştirmiyorlar. 

    Bir ölüm haberi üzerine Zeynel Abidin’e başsağlığı dileyenler, onun sabrına şaşırırlar, Zeynel Abidin onlara şöyle der:

    “Biz Ehl-i Beyt’iz. Hoşlandığımız şeylerde Allah’a itaat ederiz, hoşlanmadığımız şeylerde hamd ederiz..”

    Halası Hazret-i Zeyneb’in ve kız kardeşi Ümmü Gülsüm’ün Yezid’in valisine söylediği metanet ve hamd sözleri gibi…

    Ne mutlu İslam'ın ruhunu temsil eden ve İslam'ın mayasını teşkil eden bu büyük zatlara ve bu büyük kadınlara varis olanlara… Ne mutlu yaşadıkları büyük imtihanlarla Hazret-i Hüseyin’e, Hazret-i Zeyneb’e ve Zeynel Abidin’e varis olanlara…
    Bütün bu bilgileri Hassan Abbas’ın kitabından ve Kısas-ı Enbiya, Taberi Tarihi, Hilyetül Evliya (Allah Dostları) eserlerinden aldım. İnşallah diğer iki biyografiyi de ayrı yazılarda ele alacağım. 

    06 Tem 2021 12:26
    YAZARIN SON YAZILARI