Müjdeler Olsun Bahar Geliyor

Harun Tokak

Harun Tokak

18 Eyl 2022 11:44

  •  
    Her çiçeğin kendince bir hikayesi vardır. Kardelen gibi çoğu hüzünlüdür. Kışın karların altında üşüyen kardelenin en büyük arzusu güneşi görmektir. Kavuştuğunda öleceğini bildiği halde bu onun en büyük aşkıdır.
    Boynunu bükerek bir gün Allah’ın huzuruna çıkar, “Ne olur Allah’ım, bana güneşi göster.” diye yalvarır.
    Gökten nida gelir.
    “Ey kardelen, sen bilmez misin ki narin bir çiçeksin güneşle karşılaştığında canından olacaksın.”
    Kardelen Yunus gibi dile gelir;
     “Bir kez yüzün göreyim, anda canım vereyim”
    Hercai değildir onun aşkı. Sevgiliyi bir kez olsun görmek için canını vermeye hazırdır. Cesurdur, kararlıdır ama bir o kadar da mütevazıdır. Aşkı için başına gelenlere ve geleceklere, başını öne doğru eğerek dergahını beyaz bir saltanata kurmuş bir derviş gibi, “Eyvallah!” demesini bilir.
    Geçen hafta Almanya’da, dün akşam da Danimarka’da Türkçe Olimpiyatları oldu.
    Dünyanın dört bir yanından gelen sarı saçlı, mavi gözlü, basık yüzlü, yassı burunlu, siyah derili çocuklar, Türkçe şiirler okudular; şarkılar, türküler söylediler. 
    Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, çeşit çeşit milletlerden çocukların hepsi birbirinden güzel, hepsi Türkçe söylediler. Bir yaz bahçesine yağan yağmurlar gibi, Anadolu türküleri yağdı gurbet gecelerimize. 
    Olimpiyatların fon müziği olan “Yeni Bir Dünya Kuruluyor” şarkısı muhteşem bir folklor şovuyla söylenirken on binler, rüzgâr yemiş bereketli bir ekin tarlası gibi dalgalandı. Yanlarında onları yetiştiren öğretmenleri de vardı. Anadolu insanı, o sessiz ve derin Türkiye, belki de ilk defa elle tutulur, gözle görülür evrensel bir bahara doğru yürüyordu.
    Kardelenlerin yolculuğuydu bu. Onca kar-buza rağmen sürgün günlerinde bile yollardayız mesajı veriliyordu. 
    Yüce sevdalara gönlünü kaptırmış insanların dünyasında ümitsizliğe yer olmadığının göstergesiydi. 
    Durmak yok, yola devam…
    Sanırım 2012 yılıydı...
    İstanbul Cağaloğlu'nda Mimar Sinan yadigarı Rüstem Paşa Medresesi’nde, Işık Süvarileri’nin kardelen yolculuğunu anlatan bir sergiyi gezmiştim.
    “Dün ve Bugün” anlamlı fotoğraflarla gözler önüne serilmişti. Bir tarafta eski ve soluk resimlerle kış kahramanlarını gösteren, “Barla Sıddıkları”nın fotoğrafları, diğer yanda dev stadyumlarda yapılan Türkçe Olimpiyatları’ndan alınmış bahar fotoğrafları.
    Bir yanda kibrit kutularına, kese kağıtlarına, kullanılmış mektup zarflarına kadar değerlendirilmiş el yazmaları, diğer yanda modern matbaalarda basılmış lüks kitaplar.
    Sergide kış kendini bütün şiddetiyle hissettiriyordu. Fotoğrafların, kağıtların, mektupların, kitapların, hâsılı bütün eşyaların üzerinde kıştan derin emareler vardı.
    En çok da “Barla sıddıklarının fotoğraflarını görünce çok duygulanmıştım.
    Hepi topu iki elin parmaklarını geçmiyordu sayıları.
    Üstleri başları eski püskü ama bakışlarında bir bahar çağlıyordu.
    Aman Allah'ım! Bugün bütün bir dünyaya yayılan büyük davanın altında, dün bu insanlar mı vardı? Dünya kadar ağır bir yüke, nasıl dayandı o zayıf omuzlar? Gecenin soğukları göğüslerini yumruklarken, ilk ışıkları kışkırtan bu insanlar mıydı? Kışın arkasındaki baharın kokusunu nasıl almışlardı?
    Şimdi karşılarında duran bahar çocuklarına nasıl da görevlerini hakkıyla yapmış olmanın huzuru içinde bakıyorlardı.
    Gözlerine yeniden baktım.
    Çok kararlıydılar.
    Çok uzaklara bakıyorlardı.
    Sanki ufkun ötesini görüyor, “Az ötede bahar var!” diye haykırıyorlardı.
    Ve büyük çilekeşin resminin önünde durdum. Bir bahar çağlayan, ateşin gözlerine baktım.
    Coşkun bir hatip gibi haykırıyor, yalnız insanları değil, dağları, denizleri sürükleyebilecek bir seda ile sesleniyordu;
    “Ben kışta geldim.
    Kışın gözyaşlarında gördüm, baharı.
    Geldiğimde gündüzler, karanlığın döl yatağındaydı.
    Bir kış günü vatanımdan kopardılar beni. 
    Elimi “Masum” bir insanın eline bağladılar.
    Aylar süren bir yolculuktan sonra dağlar arasında bir kasabaya koydular.
    Eski öğrencilerimin hemen hepsi Doğu Anadolu'nun karlı dağlarında vatan müdafaası uğrunda şehid olmuşlardı.
    Yalnızdım…
    Kimsesizdim…
    Gariptim…
    Ama ümitsiz değildim.
    Barla'da dağlar vardı.
    Bir de bağlar.
    Önce dağların ve bağların nasıl canlandığını gördü, gözlerim. 
    Toprak kabarıyor, esniyor, geriniyor; bahar, çocuklarını emziriyordu.
    Badem ağaçları, Barla'nın bağlarını gelin alayları gibi dolduruyordu.
    Karşımda Eğridir Gölü, mavinin en tatlı tonlarında titrerken; yıldızlar, berrak bir gökyüzünde tebessüm ediyordu.
    İçimden “Bak, Allah'ın rahmet eserlerine!” diye bir haykırış koptu. 
    Ruhumun ilhamlarını yazacak ne kalem ne de kâğıt vardı.
    Sonra Şamlı Hafız Tevfik, eline ne geçtiyse, ona yazdı.
    Çocukların el işi kâğıtları… 
    Atılmış sigara paketleri… 
    Kullanılmış mektup zarfları… 
    Kese kağıtları…
    Kibrit kutuları…
    “Bir zaman, iki adam, cennet gibi güzel bir memlekete gidiyorlar.” diye ilk kelimeleri yazdı. Barla sımsıcak bir yürek gibi atmaya başladı.
    Ateş yurdu Barla'ya gül yağmurları yağdı.
    Barla'da bir sevda vardı.
    Bu sevdanın ardı belli ki bahardı.
    Barla'da sıddıklar vardı.
    İman hizmetinden geri kalmasın diye kocaları, sırtlarında dağlardan odun taşırdı Barla'nın kadınları.
    Gece karanlıktı…
    Kışın gözyaşlarında saklı bir bahar vardı.
    Barla, asrın iman hizmetine beşiklik etmeye başladı.
    Akşam olduğunda, Barla'da ve civar köylerde sanki bayram vardı.
    Gece bastırınca, ışıklar sızmasın diye önce perdeler kapanırdı.
    Kalem kahramanları, yüklüklere girer, kalem tutan eller, sessiz tezgâhlar gibi işlemeye başlardı.
    Kadınlar, kızlar geceler boyunca kandil tutardı.
    O duvarların bir dili olsa, anlatsa o kalemler nasıl şevkle yazardı?
    İman tekniğe meydan okuyordu.
    Bir Sav köyü vardı ki nur fabrikası gibi çalışıyor, gecenin bağrında bin kalem birden yazıyordu.
    Nur postacıları…
    Sırtlarında çantalar koşardı, geceleri…
    Dağlar, tepeler aşılırdı.
    Gecelerin bağrında koşuşan ateş böcekleri gibiydiler.
    Dağları, tepeleri aşarlar, ıssız ormanları geçerlerdi.
    O yollar, ormanlar bir dile gelse de anlatsa çekilen çileleri… Gecenin en karanlığında kar çiçeklerinin neler yaşadığını.
    Gece karanlıktı…
    Kışın gözyaşlarında gördüm baharı…
    Barla'da dağlar vardı.
    Bir de bağlar.
    Ve bir de bahar.
    Çam Dağı’na gider, aylarca vahşi dağlarda kalır, kulübemi, katran ağacının dallarında kurardım.
    Bazen iki üç ay, yalnız geçerdi günlerim, gecelerim. Dağcılar da ayrılınca, gece, dağlarda ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, kendimi yalnız ve garip hissederdim.
    Özgür dağlarda kendimi tutsak bilirdim.
    Yıldızlarla söyleşirdim yarınları.
    Yıldızlar ağlardı halime benim.
    Ve ben derdimi yıldızlara dökerdim.
    Yine de Barla yılları, en mesut yıllarımdı.
    Sürgün yılları yerini hapishane günlerine bıraktı.
    Medrese-yi Yusufiye'ler kapılarını bize sonuna kadar açtı.
    Denizli Hapishanesi'nin bir günlük çilesi, Eskişehir'in bir ayını,
    Afyon Hapishanesi'nin bir günlük eziyeti de Denizli'nin bir ayını aratmadı.
    Şehirde kanalizasyonlar bile donmuştu.
    Tek başıma kaldığım hücre, sobası yanmayan, camları kırık koca bir koğuştu.
    Buz tutmuş vücudum, yüreğimin yangınları ile ısınmaya çalışıyor ve mideme günde on kuruşluk şehriye çorbasından başka bir şey girmiyordu.
    Zulüm ve haksızlıklara dayanacak mecalim kalmamıştı.
    Afyon savcısına beddua etmeyi bile düşündüm, fakat hücrenin penceresinden bakarken karşıda bir çocuk gördüm.
    Gardiyana sordum;
    “Bu çocuk kimin?”
    “Savcı Bey'in.”
    Vazgeçtim; beddua etmedim.
    Ve bir gün Eskişehir Hapishanesi'nin penceresindeyim.
    Karşımdaki lisenin öğrencileri, neşe içindeydi.
    Yaklaşık yarım asır sonraki halleri bir bir gözümün önündeydi.
    Kimisi vefat etmiş, kabirde azap çekiyor, kimisi de ihtiyarlamış, sevmek bekledikleri bakışlardan nefret nöbetindeydi.
    Onların o haline çok üzüldüm. 
    Ağladım…
    Yangınlara koşamamak, ne zordu.
    Karşımda alevleri göklere yükselen bir yangının içinde evladım yanıyordu…
    İmanım yanıyordu.
    Denizli hapishanesinde hem zehirlediler hem de idamla yargıladılar.
    Ümidimi hiç yitirmedim.
    “İstikbal inkılâbı içinde en gür seda İslam'ındır,” dedim.
    Ben kışta geldim.
    Yüreğimdeki yangınlarla yürüdüm karanlıkları
    Barla sıddıklarının gözlerinde gördüm baharı.
    Onlarla geçen yıllar hayatımın en mesut yıllarıydı.
    Barla'da sıddıklar vardı.
    Barla'da “bereketli bağlar”
    Bir de “sesime ses veren dağlar…”
    Her çiçeğin kendince bir hikayesi vardır. Kardelen gibi çoğu hüzünlüdür. Kışın karların altında üşüyen kardelenin en büyük arzusu güneşi görmektir. Kavuştuğunda öleceğini bildiği halde bu onun en büyük aşkıdır.
    Barla Dağlarındaki gökyüzü kulübelerinden, Kestanepazarı’nın Tahta Kulübeleriden geldik bu günlere. 
    Üstadımız Bediüzzaman’ın ve Hocaefendi’nin hayatları en çok da kardelenlerin yolculuğuna benziyor. Oldukça hüzünlü ama bir o kadar da güneşi görmeye kararlı bir yolculuk bu.
    Biri Barla’nın dağlarından, diğeri gurbet diyarlarından, karların içinden başını çıkaran kardelenler gibi, “Müjdeler olsun bahar geliyor!” diye haykırıyorlar.

    18 Eyl 2022 11:44
    YAZARIN SON YAZILARI