Allah'ın (C.C.) dediği olur

Mustafa Ünal

Mustafa Ünal

12 May 2020 10:07
  • Kendisine mülk ve hükümdarlık bahşeden Allahü Teâlâ’yı tanımayan, sahip olduğu her şeyi kendinden bilen kibirli ve şımarık, barbar ve zalim biriydi. İnsanları sürekli kötülüğe teşvik ederdi. Kendisi ateşe tapındığı hâlde halkı kendisine tapınmaya zorlardı. Tevhid inancının karşısındaki siyasal otoriteyi simgelemekteydi. Allah’ın (s.a.v.) Halîl’i Hz. İbrahim’i  (a.s.) ateşe attıracak kadar vicdansız ve küfründe azgındı Nemrut.

    Kendisini “ilâh” biliyor, insanlara “Ben sizin tanrınızım.” diyor ve herkesten bilâ-kaydü şart biat ve itaat istiyordu. Halkını küçümser, güçsüzlere zulmederdi. Kul hakkı tanımaz, insaf ve merhamet nedir bilmez, inadı ve kibri yüzünden gerçekleri dinlemez, doğru söyleyene asla tahammül edemezdi. İlâhlık iddiasında bulunacak kadar kibirli, -hâşâ- yaptırdığı kule ile Cenab-ı Hakk’a (c.c.) ulaşıp O’nu ok atarak yok etmeyi düşünecek kadar cahil, azgın, taşkın ve densizdi. Allahü Teâlâ’nın görevlendirdiği Hz. Musa (a.s.) ile giriştiği tartışmada mağlûp olunca iman edenleri katlettirecek kadar da din düşmanı ve zalimdi. Fakat cahil, zalim, kibirli olduğu kadar da tam bir korkaktı. Ölmekten ve öldürülmekten korkuyordu. Korkusundan güya emin olmak için erkek çocukları öldürtüyordu. Çünkü ona, yeni doğacak bir çocuğun ileride saltanatına son vereceğini söylemişlerdi. Bu da onu tam bir paranoyak yapmıştı. Bu paranoyaklığıyla aklını ve dengesini iyice yitirmiş, binlerce masumun kanına girmişti. İnsanların Hz. Musa’nın (a.s.) peygamberliğini kabul ederek Müslüman olmalarını da bir türlü hazmedememişti. Onlara ne kadar baskı yapıp zulmettiyse de dinlerinden döndürememişti. Son çare olarak Hz. Musa’yı (a.s.) ve beraberindekileri öldürmeyi planlamıştı. Güç ondaydı. Astığı astık, kestiği kestikti. Yanında Hâmân gibi yaltakçı fetvacıları, akıl hocaları, Karun gibi maddî destekçileri, halk içinde de bir sürü yalakaları, yardakçıları, soytarıları vardı. Kendini evrenin kralı görüyor, ne isterse yapabileceğine inanıyordu. Şimdiye kadar pek çok insanı çeşitli yollarla saf dışı bırakmıştı. Kimini satın almış, kimini sindirmiş, kendine boyun eğemeyenleri ise ya sürdürmüş ya da öldürtmüştü. O hâlde Hz. Musa’yı (a.s.) da yok edebilirdi. Öyle sanıyordu.

      Kıskançtılar. Hem de kardeşlerini bile kıskanacak kadar kıskançtılar. Bu kıskançlık onları yanlış davranışlara sevkediyordu. Babalarının ona ilgi ve sevgi göstermelerini hazmedemiyorlardı. Düşünmüyorlardı ki o da kendileri gibi evlâttı. Babanın evlâdını sevmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Evlâdı arasında ayrım da yapmıyordu babası ama kıskançlıkları basiretlerini bağladığı için öyle sanıyorlardı. Hz. Yusuf’u (a.s.) yok ederlerse babalarının kendilerini daha fazla seveceği düşüncesine kapılmışlardı. Oturup planlar yaptılar, tuzak hazırladılar. Hz. Yusuf’u (a.s.) kıra götürüp bir kuyuya attılar. Babalarına da “Yusuf’u (a.s.) kurt yedi.” diyerek yalan söylediler. Onlar için yalan, hile, karalama, hattâ öldürme caiz idi. Çünkü kendilerini dâvâlarında haklı görüyorlardı. Bu durumda kardeşlerini yok etmeleri caiz oluyordu onlar için. Bundan dolayı da kardeşlerini kuyuya atıp gönül rahatlığıyla ölüme terk ettiler ve “Artık ondan kurtulduk.” dediler. Öyle sanıyorlardı.

    Onlar şehrin sahipleriydi kendilerince. Çünkü uluydular, soyluydular, şerefliydiler (!). Öyleyse istedikleri tastamam verilmeli, emirleri itirazsız yerine getirilmeliydi. Her şey de onlardan sorulmalıydı. Uygun görüp izin verdikleri yapılmalı, reddettikleri de terk edilmeliydi. Halkın da efendisiydiler onlar. Güçsüzler, yoksullar, kimsesizler ise köleleri, hizmetkârlarıydı. Onları boğaz tokluğuna çalıştırır, mal gibi alıp satarlardı. Gözüne kestirdikleri kişilerin mallarını, paralarını gasp eder, geri de ödemezlerdi. Ticaret mi; ancak izin verdikleri kişiler yapabilirdi. Hak mı; onlarındı. Hukuk mu; kendileri içindi. Adalet mi; ne diyorlarsa oydu. Kendilerine uygun, menfaatlerine âlet edebildikleri, yeri geldiğinde kalkan olarak kullanabildikleri putları vardı onların, inanmış göründükleri dinleri vardı. Nasıl olsa saftı insanlar. Düşünmezlerdi, düşünemezlerdi de. Çünkü cahillerdi. Dini, kutsalı ne bilirdi ki bu cahiller. Böyle önemli işler cahillere bırakılamazdı. Dini de inancı da tapacakları ilâhı da kendileri bilir, kendileri bulur, kendileri kabul ettirirlerdi. 

    Elleriyle yaptıkları putları, işlerine de çok yarıyordu hani. Onları tepe tepe kullanabiliyorlardı. Halkı onlarla korkutup kendilerine baş eğdiriyorlardı. Yeri geldiğinde de kazanç metaıydı tanrıları. Çünkü her yerden gelen putperestler, tanrılara kıymetli hediyeler, elmaslar, gümüşler getiriyor, onlar da bu hediyeleri kendilerine mâl ediyorlardı. İyi ticaretti doğrusu. Kazançları, işleri, keyifleri yerindeydi. Fakat ne olduysa oldu, bir gün yetim ve öksüz bir İnsan (s.a.v.) çıktı karşılarına. “Durun, yeter!” deyiverdi birden. Onlar “Tanrılarımız, putlarımızdır; başka tanrı tanımayız.” derken, karşılarına çıkan O İnsan (s.a.v.), “Putlar ilâh olamaz, tek ilâh vardır, o da sizi ve her şeyi yaratan, eşi, benzeri ve dengi bulurmayan Allah’tır (c.c.).” diyordu. Onlar kimsesiz, savunmasız insanları köleleştirirken, kadınları aşağılarken, o İnsan (s.a.v.), “Halkı köleleştirmeyin, herkes Allah’ın (c.c.) kuludur, kul olma yönüyle eşittir ve aynı haklara sahiptir.” diyordu. Onlar putlarını, inançlarını, dinlerini menfaatlerine âlet edip dururlarken o İnsan, “Din, inanç menfaate âlet edilemez. Din, halkı kandırmak için değil, halkın güvenliği, barışı, kardeşliği, dünya ve ahiret saadetleri için vardır. Din; adaleti sağlamak, hakkı korumak içindir.” deyiveriyordu. Şaşırmışlar, ürkmüşler, endişelenmişler, korkmuşlardı. “Din elden gidiyor”du. Gerçi onlar için dinin elden gitmesi önemli değildi, din üzerinden menfaat, sömürü bitiyordu. Zulümle, güçle, korkutmayla, parayla kurulan ve sürdürülen saltanatları sallanıyordu. Canlarını sıkan da buydu. Cahil halk, düşünmeye, aklını kullanmaya başlamıştı. İnsan yerine koymadıkları köleler karşılarına dikilmiş, “Biz de sizlerle aynı eşitiz, aynı haklara sahibiz.” diyorlardı. Eyvahtı, eyvah. Bir çare bulunmalıydı. Buldular da. O yüce İnsan’ı (s.a.v.) karalamaya başladılar. Deli dediler, şair dediler, kâhin dediler; yalancı, sahtekâr dediler. Akıllarına ne gelirse söylediler ama tutmadı. O’na (s.a.v.) inananlar her geçen gün artıyordu. Bu defa, “Kandırıyor, uyuşturuyor, insanları birbirine düşman ediyor, bozguncu” dediler. Yani kendi lisanlarınca anarşist, terörist, darbeci, hain diyorlardı O’na (s.a.v.).

    Baktılar ki bunlar da kâr etmiyor, “satın alalım O’nu”, diye düşündüler. Para, mal, mülk, kadın, iktidar teklif ettiler. Çünkü onlar için en yüce değerler paraydı, maldı, makamdı, güçtü, ağalıktı, beylikti, reislikti, şandı, şöhretti. Hayat bunlar için yaşanırdı. O İnsan (s.a.v.), tekliflerini kesin kabul eder, böylece onu da satın almış olurlardı. Fakat bu teklifleri hemen reddedildi. Bir kere daha şaşırdılar. Kendilerinin putlaştırdıkları, şereflerini, haysiyetlerini, hattâ çocuklarını bile feda edebilecekleri dünya menfaatlerini, O İnsan (s.a.v.), elinin tersiyle itivermişti. “Hayatımızın gayesi edinip uğrunda gece gündüz çalıştığımız, halkı kandırıp çalıştırdığımız, köleleştirdiğimiz, gerekirse satın aldığımız, zor kullanarak sindirdiğimiz, hattâ kan döküp canlarını bile aldığımız en kıymetli şeyleri nasıl hiçe sayar O?” diyorlardı şimdi. Akılları almıyordu. Almazdı da zaten. Çünkü değer yargıları taban tabana zıttı. Onlar “Hübel” diyorladı, O İnsan (s.a.v.), “Allah (c.c.)” diyordu. Onlar “dünya” diyorlardı, O (s.a.v.) “Ahiret” diyordu. Onlar gasp, zulüm, haksızlık, hukuksuzluk, kavga, savaş diyorlardı; O (s.a.v.) ise adalet, kul hakkını gözetme, insana saygı, güvenlik, barış, huzur istiyordu. Ne yapmalılardı acaba, nasıl engellemelilerdi. Düşündüler ve kendilerince başka bir yol buldular. O’na (s.a.v.) inananlara baskı ve eziyeti artırmaya karar verdiler. Boykot dediler. “Bunlara yiyecek, içecek verilmeyecek” dediler, “Ağaç kötü yesinler” diyorlardı yani. Mü’minleri dövdüler, işkenceye yatırdılar. Kâr etmedi. Dışladılar. “İnananlarla görüşülmeyecek, iş ve alışveriş yapılmayacak, onlara yiyecek, su bile verilmeyecek.” dediler. Dediklerini de yaptılar. O da fayda etmedi. Çünkü inananlar, Allah’a (c.c.) dayanıyor, sığınıyor ve güveniyorlardı. Dâvâlarını Allah (c.c.) için benimsemişlerdi. Mümkün değildi inananları dâvâlarından vazgeçirmek ama zorbalar bunu idrak edemedikleri için daha çok baskı, daha çok zulüm, daha çok işkence dediler. Bazılarını memleketlerinden sürüp çıkardılar. Yetinmediler, hicret edenlerin peşlerine adamlar taktılar. Gittikleri ülkelerin yöneticilerine tembihlerde bulundular. “Bu mü’minler bizi Allah’a (c.c.) inanmaya, adalete, insan haklarına saygıya, güzel ahlâka, okumaya, öğrenmeye çağırıyor.” demediler tabiî. “Bunlar, atalarımızın dinini inkâr ettiler, halkı birbirine düşürdüler, bozguncu bunlar.” dediler ve sürüp çıkarılmalarını istediler. Fakat bu emellerine de ulaşamadılar. En nihayet son çare olarak O İnsan’ı (s.a.v.), Allahü Teâlâ’nın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v) öldürmeye karar verdiler. Teşebbüs ettiler de. Fakat Allah (c.c.) izin vermeyince muvaffak olamadılar. Abdullah b. Ubeyy gibi Müslüman görünümlü münafık tipler de bir şey yapamadılar.

    Sonra ne mi oldu? Her zamanki gibi Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) takdiri cârî oldu. Kibrinden yanına yaklaşılmayan, astığı astık, kestiği kestik olan, insanları zorla biat, itaat ve kulluğa çağıran, kabul etmeyenleri yok etmek için uğraşan, Allah’ın Elçisi Hz. İbrahim’i (a.s.) ateşe attıran ceberut Nemrut’u ufacık bir yaratık, bir sinek yere seriverdi. Paranoyaklığıyla beşikteki masum yavruları öldürtecek kadar zalimleşen,  kendisini evrenin tanrısı ilân eden, Hz. Musa’yı (a.s.) ve beraberindeki mü’minleri öldürmek için ordularıyla takibe çıkan Fir’avn zalimini bir yudum su tacından, tahtından, sarayından, makamından, malından, mülkünden, evlâd ve ahfadından ayırıverdi. Hz. Yusuf’u (a.s.) kıskanç yüzünden kuyuya atan kardeşleri, ona muhtaç ve yalvar yakar oldular ve özür dilemek zorunda kaldılar. Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve ashabına akıl almaz iftiralarla saldıran, eziyetler eden, onları doğup büyüdükleri vatanlarından çıkaran Ebû Cehil’ler, Ebû Leheb’ler, Ümeyye b. Halef’ler, Velid’ler, Utbe’ler, Rebîa’lar ya savaşta bir kılıç darbesiyle ya da Allah’ın (c.c.) musallat ettiği bir canlıyla toprak olup gittiler.  Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Yusuf (a.s.), Hz. Musa (a.s.), Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), diğer peygamberler ve onların yanında saf tutan mü’minler ise Allahü Teâlâ’nın ihsan, inayet ve nusretiyle görevlerini bihakkın ifa ettiler.

    Nemrut’lar, Fir’avn’lar, Hâmân’lar, Karun’lar, Ebû Cehil’ler, Ebû Leheb’ler, daha nice din düşmanı zalimler lânetle anılır oldular. Bu yalan dünyada sefa sürdüler ama ahiretleri berbat oldu. Peygamberler ve mü’minler ise kıyamete kadar rahmetle anılır oldular. Bu fani dünyada cefa çektilerse de baki ahiretleri âbâd oldu.

    Galibiyet, güçsüz görünen hak ve haklının,  mağlûbiyet ise güçlü görünen bâtıl ve zalimindir. Neden mi? Çünkü Allah’ın (c.c.) takdiri ve kanunu böyle. Ve Allah’ın (c.c.) kanunu asla değişmez: “Yeryüzünde büyüklük taslamakta, (uyarılara kulak asmayı) kibirlerine yedirememekte ve (serkeşlikle, zorbalıkla sinsice) kötülük planları kurmaktadırlar. Ama kötülük planları, ancak onu kuranların ayağına dolanır (işlerini bitirir). Yoksa, (benzeri planlar içinde olan ve neticede Allah’ın helâk ettiği) önceki topluluklar neyle karşılaşmışlarsa, onlar da aynı sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde (toplumların hayatı için koyduğu kaideler, kanunlar bütününde ve onların davranışlarına mukabele tarzında) asla hiçbir değişiklik bulamazsın. Allah’ın sünnetinde hiçbir başkalık (geri çevrilme, zaman-mekân sapması yapılarak değiştirilme, hak edenlerden başkalarına yönlendirilme) da bulamazsın.” (Fâtır suresi, 43. ayet.)

    Ve her zaman son sözü Allah (c.c.) söyler. O’nun sözü üstüne söz, hükmü üstüne hüküm yoktur.  İnanan için de gam yoktur.
    12 May 2020 10:07
    YAZARIN SON YAZILARI