İhmaller karşısında kadere sığınmak ne kadar doğru?

Numan Yılmaz Yiğit

Numan Yılmaz Yiğit

17 Şub 2023 09:03
  • 7 Şubat Kahramanmaraş depremi ülke ve insanımızda şok tesir oluşturdu. Gün geçtikçe depremin verdiği can ve mal zayiatı artıkça arttı ve tahminlerin çok üstünde seyretti. Bu tür felaketlerin kişiler ve toplum üzerinde şuuraltı derin izler bıraktığı/bırakacağı, maddi manevi çok büyük yaralar açtığı/açabileceği bilinen bir husustur.

    Maddi yaraların sarılması için bütün millet, dünyanın pek çok ülkesi, sevgi, şefkat ve fedakârlık duyguları ile seferber oldular. Deprem yaralarının sarılmasının bir hayli zaman alacağı muhakkaktır. Bu depremin ardından Cumhurbaşkanının insanları teselli için sarf ettiği’ Bunlar kader planında olan şeyler...’ demesi eksik ve maalesef problemli bir söylemdir.

    Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkililerinin her musibet ve felaketten sonra iradi veya gayr-i iradi kaderi kendilerine kalkan yaparak onun arkasına sığınmaları doğru olmadığı gibi realiteye, dine, kadere ve bir müminin Allah saygı anlayışına ters, yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü;
       
    1-Kader; insan ve kainatla ilgili Allah’ın ilmindeki plan ve projedir. O ilahi plan ve projede kıyamete kadar olacak her şey planlanmış ve zamanı gelince de uygulaması (kaza) gerçekleşmektedir. Sadece insan için farklı bir durum söz konusudur, o da insan kaderinin onun hür iradesine bağlı olarak planlandığıdır. Dolayısıyla da insan iki şeyden birini seçer, Allah da dilerse yaratır. İyi veya kötüyü, doğru veya yanlışı seçmek kula, yaratmak ise Allah’a (cc) aittir. Realite planından bakıldığında her insan fiillerinde ‘İrade; iki şeyden birini seçme yetisinin kendinde olduğunu bilir, anlayabilir. Dolayısıyla meseleye bir yönetici açısından deprem özelinde bakıldığında kural ve kanunları; imar kanunlarını işletip işletmeme, takip edip etmeme, gibi hususlar ‘İrade sahibi’ olan yöneticinin onun ait olduğu hükümet veya partinin kendi tercih, kararlarıdır. 

    Bir kişi veya grubun hür iradeleri ile aldıkları yanlış karar, tercih ve ihmallerini yok sayarak konuyu sadece kadere bağlamalarını hiçbir akıl kabul etmez. Zira pek çok hasarlı, imar kanununa aykırı binalar için imar affı çıkarılması ve bunu politik çıkarlar için kullanılması bu iradenin göstergesidir. Bu kararların bilime, dine hukuka ters olmasına rağmen felaket anında kadere sığınmak realite ile çelişmek demektir. Bunun tabii neticesi olarak Cumhurbaşkanı ve ekibinin inandırıcılık vasfını kaybetmesi kaçınılmazdır. Sürekli yanlış yapıp kadere sığınmak, insanların saf inancını suiistimal etmek anlaşılması güç bir konudur.

    2- Kader tedbire mâni değildir. Yöneticiler her konuda toplumun yararına olan tedbirleri almakla yükümlüdürler. Bu onların varlık sebebidir. Kişiler hata edebilir, unutabilir veya kanunları çiğneme eğiliminde bulunabilirler. Fakat genel kamu yararını koruma, zararı önleme, kanunları uygulama/uygulatma görevi devlete ve onu yöneten idarecilere verilen bir sorumluluktur. Dolayısıyla Türkiye’de deprem bölgeleri bu bölgelere göre uyarlanmış olan imar kanunları açıktır. Nerede hangi şartlarda ev, bina yapılacağı bunların kriterleri nelerdir, bunlar bellidir. Bu kriterlere göre yapılmayan yapıları kontrol etmek, önlem almak görevini halk yerel (belediye, imar müdürlükleri) ve genel idareye (Hükümete, başbakana) vermiştir. Eğer ev ve binalar deprem bölgesi imar kanunlarına uygun bir şekilde yapıldığı halde yıkıldı ise; buna “kader, mukadderat” denilebilir. Çünkü yöneticiler sebepler planında ellerinden geleni yapmışlar fakat takdir-i ilahi farklı tecelli etmiştir. Öyle olmadığı yani birçok ihmal, suiistimal, kontrol eksikliği, tedbirsizlik olduğu halde kader demek, hem kader inancını bilmemek hem de yüce kavramları kendi çıkarlarımıza alet etmek demektir. 

    3-Türkiye de 1999 Gölcük Depremi sonrası, bir daha böyle felaketler yaşanmaması için alınan tedbirler, imar kanunlarında yapılan düzenlemeler, yapılan yeminler, verilen sözler, yakılan ağıtlar, çekilen acılar, onca can-mal kayıpları çok kısa denilebilecek bir zamanda unutulmuş, maalesef tedbir konusunda ihmaller yaşanmıştır. Bu tedbirlerin -ister yapılaşmada isterse de denetimde olsun -alınmaması kader değil, bir ihmal ve sorumsuzluktur. Bunun hukukta cezası, ahirette de hesabı vardır. 

    Halbuki dinde kader ve tevekkül anlayışı bu değildir. Hiç kimse kaderi, geleceği bilemez. Herhangi bir işle alakalı, herkese düşen vazife; hangi iş olursa olsun, o anda akıl, irade, ilim ve tecrübe, Allah’ın emir ve yasakları (ister yaratılıştan, isterse de Kuran’dan gelen olsun) ne, nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yapmaktır. Öncelikle kendine düşen vazifeyi yapmak sonra tevekkül etmektir. İnsanın aklını, iradesini kullanması gerektiğine işaret eden ayetlerde de, aklın, ilmin, iradenin ve tecrübenin önemine vurgu yapılmakta ve bu hususa dikkat çekilmektedir. 

    “İnsana çalıştığından başkası yoktur...! Allah yolunda mücahede edin. Cennet’e koşun. Allah’tan vesile isteyin. Okuyun, yazın, düşünün!” (Necm Sûresi, 53/39; Mâide Sûresi, 5/35; Tevbe Sûresi, 9/41,86; Âl-i İmrân Sûresi, 3/133; Hacc Sûresi, 22/78; Alak Sûresi, 96/1) şeklindeki beyan, ikaz, emir ve teşviklerle, insanın kader karşısında eli kolu bağlı bir mahkûm olmadığı ve âdi bir şart olarak iradenin, aklın kullanılması gerektiği belirtilmektedir. 

    Bazı âyetlerde bu durum daha da açık olarak ifade edilmiştir: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım.” (Bakara Sûresi, 2/40) “Siz Allah’ın (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” (Muhammed Sûresi, 47/7)“Bir millet, kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.” (Ra’d Sûresi, 13/11) ayetleri fert ve toplumun, irade, akıl ve azim ile mevcut durumu değiştirebilecekleri açıkça ifade edilmektedir. 

    Evet, Allah Resûlü’nün (sav) meşhur “Deveni önce bağla sonra Allah’a tevekkül et” (Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 59) hadisi, en basit akıllara bile ‘kader ve tevekkül ‘anlayışının dini olarak ne manaya geldiğini anlatması bakımından yeterlidir.

    4-Herhangi birinin veya yöneticinin her bir ihmal veya olumsuzluktan sonra “Kader, mukadderat, işin tabiatında var” gibi sözlerle, kendisini adeta hatadan, kusurdan tenzih ediyormuşçasına bir tavır sergilemesi Allah’a karşı bir saygısızlıktır. Bu davranış biçimi -teşbihte hata olmasın- arenada aslanların önüne yem atar gibi, başa gelen her musibette kendi ihmallerini göz önüne almayarak, milletin önüne dini, dini kavramları, Allah’ın takdirini atması, Allah’a ve dini mefhumlara karşı büyük bir su-i edeptir. Yani bu ‘ben yıpranmayayım da, kim yıpranırsa yıpransın, önemli değil, ben bana düşeni eksiksiz, kusursuz yaptım, ben de yanlış olmaz, ben her şeye hakimim, hata ben de değil ‘anlamında yorumlanabilecek bir davranıştır. Halbuki hakiki bir mümine yakışan tavır; Allah’ı ve ona ait meselelerde Allah’ın emir ve yasakları, izzet ve azametine yakışmayan söz ve davranışlar karşısında onu koruma gayretinde olma, kim olursa olsun acziyetini bilmek, Allah’a ait mana ve kavramları korumak, yüceltmek, gerektiğinde de müdafaa etmektir, yoksa onların arkasına sığınarak kendini temize çıkarmak değildir. Yani ‘kader ve tevekkül’ kavramları, herhangi birinin veya bir yöneticinin ihmal ve beceriksizliklerini ört bas etmek için kullanılacağı bir örtü, sütre, kalkan değildir. Kuran ve iman açıdan meseleye bakılacak olursa iyilik ve güzellikler Allah’tan, kötülük ve hatalar ise insandan ve insan kaynaklı sebeplerdendir. “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” (Nisâ, 4/79)

    Hakiki bir mümin elde ettiği her başarıyı, iyilik ve fazileti Allah’a verir ve ‘Bunları bana lütfeden Allah’tır diyerek hem dil, hem de hal ve tavırlarındaki tevazu ile bunu sürekli çevresine salıklar, ifade eder. Diğer taraftan da hata, kusur ve ihmallerinden dolayı da Allah’a yönelir ve tövbe istiğfar eder.

    5- Şu bir gerçektir ki dinin hem kişilere hem de yöneticilere emri, gerek kişisel gerekse de topluma ait işlerde o alanın uzmanı/bileni kim ise; ona danışılmasıdır. Bilen kişilere yani uzmanlara sorma, danışma... Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun (Nahl,43) ayetinin işareti ile Allah’ın emri olduğu gibi ferde ve topluma ait konularda İstişare etmek, Allah’ın çok önemli bir emridir. (Al-i İmran, 159) Konuyu şahsileştirmemek faydalı olacaktır fakat hakkın hatırı da alidir, onun için bir realiteyi ifade etmekte de fayda vardır. Çünkü istişare emri sıradan insanları bağladığı gibi devlet başkanı gibi toplumu yönetme sorumluluğunu üstlenmiş kişileri de evvelen ve bizzat bağlamaktadır. 

    Zamanla otoriterleşen liderler her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini dolayısıyla da istedikleri şeylerin derhal yapılması gerektiği durumuna düşerler. O lideri bu noktaya sürükleyen psikolojik, sosyolojik, dini elbette birtakım sebepler vardır. Fakat neticede otoriter, narsistik noktasına gelen o lider, çevresinde farklı düşünen kimseleri ya kendini anlamamakla ya işleri yavaşlatmakla ya da isyan, itaatsizlik, ihanet gibi ithamlarla suçlamaya başlar ve onları etrafından uzaklaştırır. 

    Onun sorma ve danışmadan anladığı şey, kendi fikirlerinin beğenilmesi, istişareden anladığı da emirlerini telkin etmektir. Böyle hareket eden otoriter, narsis lider, etrafında sevgi-saygı görünümlü bir korku atmosferi oluşturur. Bu tür liderlerin çevresinde bulunan yardımcılar ya doğruyu söyleyerek neticesine katlanırlar veya her konuda ‘Tabii efendim’ diyerek -özür dileriz - yalakalık etmeye başlarlar. O da bunlardan hoşnut olur. Her söylediğinin bir hikmet her yaptığının da nimet olduğunu zannetmeye başlar. Halbuki onun dışındaki reel dünyada işler hiç de onun bildiği, dediği gibi gitmiyordur. 

    Otoriter  liderlere gerçeği söylemek çoğu zaman zordur, bazen bunun ağır bedelleri olur. Onun içindir ki en şanslı idareciler her hâlükârda kendisine doğruyu söyleyebilecek, hatırlatacak yardımcıları olanlardır. Bu onlar hakkında Allah’ın bir ‘hayır’ murad etmesidir. Aksi de şer murad etmesi anlamına gelir. Eğer bir toplumu yönetenler bu hale evrilmişlerse  aslında asıl musibetin budur. "Allah bir emîr için hayır diledi mi ona doğru sözlü bir vezir nasib eder. Bu, ona unutunca hatırlatır, hatırladığı zaman da yardım eder. Allah emîre hayır dilemezse, kötü bir vezir musallat eder. Bu vezir, ona unuttuğunu hatırlatmaz, hatırlayınca da yardımcı olmaz." [Ebû Dâvud, Harâc 4, (2932); Nesâî, Bey'at 33, (7,159) Toplum bu emsal kişi ve çevresindekilerden kurtulamadıkça felaha ulaşamaz.

    Dolayısıyla her şeyi bilme her şeyden anlama, her şeyi idare etme iddiası ile uzman ve bilim adamlarına onların uyarılarına kulak asmamak, doğruları ve onu ifade edenleri kale almamak gibi tavırlar yöneticiler ve yönettikleri  toplum için deprem kadar yıkıcı bir afettir. 
         
    Netice olarak, tabi ki kişi ve kurumların, yöneticilerinde hataları, ihmalleri olabilir. Hataları olmasa da beşer gücünü aşan afetler karşısında kişi ve devletler aciz duruma düşebilir. Nitekim tsunami ve kasırga olaylarında olduğu gibi. Fakat Japonya örneğinde olduğu gibi yaşanan depremler sık ve çok şiddetli olduğu halde bilim, akıl, tecrübe, azim, kararlılık, süreklilik ile alınan tedbirler ile daha az hasarlarla atlatılabilmektedir. 

    Bu felaketler karşısında mümin bir yönetici muhasebe yapmalı ve bu bela ve musibetlerin kendi hata ve kusurlarından dolayı milletin başına geldiğini düşünmeli, ilk önce kendiyle yüzleşerek hatalarını ve yaptıklarını sorgulamalıdır. ‘Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, “Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.”( Şûrâ sûresi, 42/30) denilmektedir. 

    Günahlarım Yüzünden Ümmet-i Muhammed’i Mahvetme!..

    Bilindiği üzere; Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz’ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) “Medine’nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı.” diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. 

    Aslında, her zaman sade yaşayan Büyük Halife, o umumi nizamnameye uyma mevzuunda daha da hassas davranıyor. Kıtlık devam ettiği sürece et ve balık gibi lezzetli bir yemeği asla ağzına koymadığı gibi, umumî musibeti de kendinden biliyor ve “Allah’ım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helâk etme.” diye dua ediyor (Tabakat’ül Kübra, 3/312) 

    Hazreti Ömer’in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü’minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münâcâtta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; “Allah’ım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed’i mahvetme!” diyerek âdeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi. (Tabakat’ül Kübra, 3/312) (Kalp İbresi)

    Evet, inanmış bir Müslüman yöneticinin karşılaştığı bela ve musibetler karşısında alması gereken maddi-manevi tavır bu olmalıdır, başkalarını hele hele kader üzerinden Allah’ı suçlamak değil, tedbir almak dua ve istiğfarla Allah’a yönelmektir.

    17 Şub 2023 09:03
    YAZARIN SON YAZILARI