Aşık-ı Sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi-23

Tarık Burak

Tarık Burak

15 Tem 2019 10:42
  • Gerçek Dava Adamı İmtihanlarla Belli Olur

    12 Mart 1971 Muhtırası’nı yayınlamasının üzerinden henüz 20 gün geçmişti. Hocaefendi, edebiyat öğretmeni arkadaşı Erdoğan Tüzün’ün 2 Nisan 1971 tarihinde yapılacak düğünü için İstanbul’a gitti. 
    Tam da o gün, Bediüzzaman’ın talebelerinden Zübeyir Gündüzalp Ağabey İstanbul’da vefat etti. Zübeyir Ağabey, Hocaefendi’nin çok sevdiği ve saygı duyduğu biriydi. 
    O gün, İstanbul’a gelenlerden birisi de Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde asistan olan Hocaefendi’nin arkadaşı İbrahim Erkul’du. İkisi, yedi yıl önce Ankara’da tanışmışlardı. Hacettepe’nin kurucusu olan İhsan Doğramacı, Erkul’u Ankara Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1968’de ABD’deki Yale Üniversitesi’ne göndermiş ve orada bir süre eğitim görmesini sağlamıştı.

    Asker devreye girip muhtıra vermiş olduğundan Türkiye hâlâ kaynıyordu. O gece İstanbul Fatih’te, Hocaefendi ve arkadaşı Erkul karmaşık duygular içindeydiler. Gidip yatacak yerleri yoktu. Sabahın ilk ışıklarına kadar ikisinin de gözüne uyku girmedi. Kâh Fatih Camii’nin çevresinde dolaştılar kâh bir bankın üzerine oturdular ve sabaha kadar Türkiye’nin geleceği hakkında konuştular.

    Hocaefendi, o gece (2 Nisan 1971 gecesi) asistan arkadaşı Erkul’a şunları söyledi: “Servet sahiplerini harekete geçirebilsek, bunlar okullar açsa, buralarda okuyacak çocuklar iyi yetişip anarşiye yem olmasalar. Türkiye’nin geleceği böyle kurtulur.” 
    Hocaefendi’ye göre Türkiye’nin gelip anarşiye toslamasının sebebi, üniversite gençliğinin içine düştüğü inanç boşluğuydu. Hocaefendi, aslında İzmir’de altı yıldır fiilen öğrencilerle uğraşıyordu. 1966 yılının başından 1970’e kadar 4,5 yıl boyunca, İzmir’in göbeğinde yer alan ve o günlerin Türkiyesi’nde tek sayılabilecek Kestanepazarı Öğrenci Yurdu’nun müdürlüğünü yapmış, ardından da İzmir’in Güzelyalı semtinde yine öğrencilerin yetiştirilmesine öncülük etmişti. Ama bir hizmet yapılacaksa bu toplumun bütün kesimlerini kapsamalıydı. Türkiye’yi getirip 12 Mart Muhtırası’na toslatan toplumsal sorunların kaynağı toplumun bütün katmanlarında aranmalıydı. O yüzden, yalnızca camide vaaz vermekle, yurttaki 400 öğrenciyle ilgilenmekle olmazdı. 
     
    Hocaefendi o günden sonra tekrar İzmir’e döndü ve hadis derslerine devam etti. 
    Bu arada, Gazeteciler Çetin Altan ve İlhan Selçuk, muhtıradan kısa bir süre sonra, Nisan ayında İstanbul’da tutuklandılar. Ankara’da tutuklananlar arasında Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Profesör Mümtaz Soysal, Profesör Uğur Alacakaptan gibi isimler vardı. Ankara’da tutuklanan başka bir isim daha vardı: Diyanet İşleri Başkanvekili Yaşar Tunagür.

    Tutuklanan sol görüşlü üniversite hocalarına ve bazı aydınlara, kendisi de profesör olan Başbakan Nihat Erim, “Bu insanlar fikir suçlusu, bunların tutuklanmasını dünyaya anlatamayız” sözleriyle sahip çıktı. Ama bu aydınları ve profesörleri tutuklayan bazı sıkıyönetim görevlileri yine de direniyordu. Onlara göre bu kişiler fikir suçlusu değildi, bunların devlete karşı “gizli eylemleri” vardı. Başbakan Nihat Erim’in itirazları üzerine bu aydınların ve hocaların bir bölümü serbest bırakıldı.

    Hocaefendi’nin Tutuklanması (03 Mayıs 1971)
    Hocaefendi, Kestanepazarı'ndan ayrılınca, Güzelyalı'da bir camide İmam Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü talebelerine hadis dersi yapıyordu. Dersler ikindiden sonra olduğu için de katılım fazla oluyordu.
    Bu dersler bir müddet devam etti. Son gün, Hocaefendi bir rüya gördü. Rüyada ders yaptığı o camide ikindi namazı kıldırıyordu. Sağ tarafına selam verince Efendimiz’in de (sav) orada bulunduğunu gördü. Ancak mübarek yüzü yağmur yüklü bulut gibi dopdoluydu… İçinden 'Acaba Efendimiz'i üzen bir şey mi oldu?' diye geçirdi ve uyandı.
    Bu rüyadan sonra bir daha o camide hadis dersi yapması mümkün olmayacaktı. Zira, bir müddet sonra tutuklanıp hapse konulacaktı. Efendimiz’in mahzun olmasının manası buydu. Hocaefendi, tutuklandığında rüyasının bu anlama geldiğini bizzat ifade edecekti. 
    Hocaefendi, İstanbul’dan İzmir’e dönmesinden bir ay sonra 3 Mayıs 1971 günü gözaltına alındı. Tıpkı Ankara ve İstanbul’daki tutuklamalar gibi, İzmir’de Hocaefendi ve arkadaşlarının tutuklanması da hukuki değil, siyasiydi. 

    Tutuklanmasını Hocaefendi şöyle anlatıyor: “Babamın çantasını kendi elimle hazırladım. Biraz sonra Dr. Mustafa Asutay geldi. Onun arabasıyla babamı garaja götürüp Ankara'ya yolcu ettik. Dönüşte, bazı arkadaşların evlerine uğradım. Sizi götürüp kitaplarınızı da müsadere edebilirler, dedim. 
    Mustafa Birlik Bey'in evine iki yüz metre kadar kalmıştı ki, Mustafa Asutay Bey'e arabayı durdurmasını söyledim. Onun oğlu Rıdvan'a -ki o sıralarda ilkokula gidiyordu- 'Sen gidip bir bak. Evde yabancı kimseler var mı?' dedim. O koşarak eve gitti. Biraz sonra da yine aynı şekilde koşarak geldi. 'Evde bir sürü insan var. Her tarafı arıyorlar' dedi. İş anlaşılmıştı. Mustafa Birlik Bey'in evi aranıyordu.
    Doktor Bey'e 'Bizim eve gidelim' dedim. Eve girdiğimde siyasî polislerin bütün eşyaları didik didik edip evin ortasına yığdıklarını gördüm..
    Evde Sabahattin Atalay vardı. O sıralarda henüz talebeydi. Hafta sonlarında gelir, benim yanımda kalırdı. O gün ben gittikten sonra gelmiş. Pilav yapmış, benim gelmemi bekliyormuş… Ben içeriye girince polisler 'Hoş geldin' dediler. Aramaya devam ettiler.
    Kitaplığın bir tarafında Mevdudi'nin eserlerinden biri duruyordu. Vakıa alıp götürüyorlar diye evde hiç Risale bırakmamıştım. Cübbemi Mevdudi'nin kitabının üzerine koydum. Ben biraz sıkıştım, tuvalete gideceğim' dedim. Cübbeyle beraber kitabı da aldım ve tuvalete gittim. Sonra tuvaletin penceresinden uzanarak kitabı çatıya koydum. Daha sonra o kitap ne oldu bilemiyorum… Zaman zaman Kur’an-ı Kerim'in bile suç sayıldığı günleri yaşamıştık. Bu kadarcık heyecan çok görülmemeli… Gayem onların suç sayabileceği bütün delilleri ortadan kaldırmaktı. 40 kadar kitap aldılar. Fakat içlerinde hiçbiri suç unsuru sayılabilecek eserlerden değildi. İnsaflı davrandılar ve takım halinde olan kitapların takımını bozmadılar. Hatta arama esnasında pencereleri kapamışlar, perdeleri çekmişlerdi. Etrafa karşı ayıp olur, demeyi de ihmal etmemişlerdi. Zaten ev sahibesi, ihtiyar vehimli bir kadındı. Arama yapıldığını duysaydı fenalık geçirebilirdi. Daha sonra duyup duymadığını da bilmiyorum.

    Görevlilere 'Geç kalır mıyım? Bir şeyler yiyeyim mi?' dedim. Gayem hem biraz açlığımı yatıştırmak hem de esas niyetlerini öğrenmekti. Bana 'Karnını doyur. Ne zaman döneceğin belli olmaz' dediler. Bir iki lokma pilavdan aldım. Biraz sonra Tepecik inzibat merkezine götürülmek üzere yola çıktık.
    Beni Tepecik İnzibat Merkezine getirdiler. Sağdan, soldan, arkadan ve önden fotoğraf çektiler. Götürecekleri yere götürmeden evvel 'Bana biraz su getiriniz, abdest alacağım' dedim. Şimdi ismini hatırlayamadığım başçavuş temiz mi kirli mi bilmiyorum ama bir teneke su getirdi. Abdest alarak dışarıda namazımı kıldım. Böylece yatsı namazımı eda etmiştim. Hiç olmazsa sabaha kadar namaz kaçırma tehlikesi yoktu. Rahatlamıştım.
    Beni alıp hücre gibi bir yere tıktılar. Bir de ne göreyim, benden evvel aynı yere Şaban Düz, Harun Reşid Tüylü, Mustafa Birlik ve ülkücülerden de bir arkadaş getirilmiş.
    Hepsi de melül, mahzun oturuyorlar. Durumları benden farklı değil. Geceyi sohbet ederek geçirdik. İçeriye girerken her şeyimi almışlardı. Kur'an ve Cevşen yoktu. Kur'an'ı ezberimden okuyordum da cevşeni ezbere okumam mümkün olmuyordu. Cevşeni ezberlemediğime ilk defa o kadar üzüldüğümü hatırlıyorum. Herhalde, keşke onu da ezberleseydim, diye hayıflandım durdum.
    Ertesi gün bir iki ülkücü daha getirdiler. Onların ardından, İmam-hatip hocalarından Nizameddin Bey ile matematik hocası Recep Bey'i getirdiler. Recep Bey, Komünizmle Mücadele Derneği'nde bizimle beraberdi. Ateşîn bir insandı: Bütün suçu antikomünist olmasıydı. Nizameddin Bey ise iyiden iyiye sarsılmıştı. Zaten kalbi de vardı. Recep Bey'in kızı intihara kalkmış. Haber ulaşınca bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladığını hatırlıyorum. Hepimiz onu teselliye çalışıyorduk.
    Daha nezaret dönemindeyiz. Kaldığımız yerin sadece tavanda küçük bir penceresi vardı. Depo gibi bir yerdi. İçerdekilerin sayısı çoğalınca bizi yemekhane gibi bir yere çıkardılar. Artık burada kalacaktık. Buranın hiç olmazsa pencereleri vardı, hava alabiliyorduk.
    Bir gün de Dr. Kâhid'i getirdiler. Dört ülkücü ve diğerleri bizim arkadaşlar epeyce bir kalabalık olduk.. Ben İsmail Büyükçelebi'ye el altından haber gönderdim. Cevşenimi getirmesini tembih ettim. O gün ikindiye doğru İsmail Hoca geldi. Cevşenimi de getirmişti. Hiç konuşmadan cevşenimi açtım, doya doya, ağlaya ağlaya okudum. Öyle zevkli cevşen ancak birkaç defa okumuşumdur. Daha sonraları okunacak başka kitaplar da getirtmiş olabiliriz, hatırlamıyorum.
    Henüz tevkif edilmemiştik... Burada bir hayli zaman kaldık. Günler acı fakat ümit dolu, biraz buruksu fakat renkli geçiyordu. Askerlikten on sene sonra yeniden asker olmuştuk. Bir astsubay vardı. Kısa boylu bir şeydi. Gider gelir bize çatardı. Mustafa Birlik -ki onun babası yaşındaydı- O'na: 'Ulan sen askerlik yapmadın mı? Benimle nasıl yatarak konuşuyorsun?' derdi. Sonradan öğrendik ki dinden rahatsızmış ve bize olan düşmanlığı da ondanmış.
    Yemekhanede yirmi gün kadar kaldık. Okuyor, ibadet ediyor ve kurtuluş yolları araştırıyorduk. Ülkücü arkadaşlardan bir ikisi namaza başladı. Diğerlerinin biraz rahatsızlığı oluyordu ama itiraf etmek gerekir ki mert çocuklardı. 
    Ali Rıza Hafızoğlu askeri savcıydı. Ülkücü arkadaşların salıverilmesinde dahil olup olmadığını bilemiyorum. Recep Bey ile Nizameddin Bey de ilk duruşmada bırakıldılar. Kala kala, Harun Hocaefendi, Mustafa Birlik Bey, Kahid, bir de ben kaldık. Bizi de mahkemeye götürdüler. Baktım Osman Kara salonda dolaşıp duruyor. Kendisini şahitlik için çağırmışlar. Ama daha sonra onu da tevkif edip arkadan gönderdiler. Harun Hocaefendi, Mustafa Birlik Bey, Kahid Bey ve Şaban Hocaefendi'yi tutuklamışlar. En son beni çağırdılar.. Ben onların tevkif edildiklerini duyunca, hakkımda verilecek kararı anladım: Ben de tevkif edilecektim. Onun için de savcının dediklerine hiç aldırış etmedim. Nasıl olsa, ne söylesem netice değişmeyecekti. Savcının önünde; bana gönderilmiş mektup ve tebrikler vardı. Masanın üstü doluydu. Bana gelen mektupların hepsi açılmış, birer fotokopisi alınmış ve bana öyle verilmiş… Tabii benim söylediğim veya yazdığım hiçbir şey yok.
    Evet, işin enteresan tarafı bana gelen bunca mektup ve tebrike cevabi hiçbir mektup fotokopisi mevcut değil. Aklımda kalan mektuplardan biri mealen şöyle:
    'Muhterem Hocam, Bizim beldede hainin haini bir müftü var. Bu adam nur düşmanı. Bu alçağı, Diyanet'e aracı ol da attır gitsin..' Şimdi bu mevzuda benim iki kelimelik bir şeyim yok ama bu mektup bana gelmiş. Zaten benden giden tek bir mektup yok. Binlerce defa telefon konuşmam olduğu halde demek onlarda bile menfi tek konuşmam olmamış.
    Savcı uzunca bir masanın üstüne bütün bu mektupları sermiş ve benden cevap bekliyor. Hangi birini izah edeceksin, mümkün değil.
    Sonra katıldığım bütün sohbetleri kaydetmişler, ama suç unsuru ne? Bu dokümanlarda benim adım büyük harflerle en başa yazılmış. Bir de bütün arkadaşlar ifadelerinde beni nazara vermişler, o yapıyor, o ediyor, demişler.. Şaşırdım kaldım. Savcı 'Bütün bunlara ne diyorsun?' diye sordu. Ben de gayet soğukkanlı ve ciddi bir teslimiyet içinde 'Vallahi, istihbarat memurlarına iş lazımmış, oturmuş bütün hayal güçlerini kullanarak bunları yazmışlar' dedim.
    Savcı öfkelendi. Teker teker ifadeleri okudu. Okuduğu ifadelerin altındaki imzalara baktım, imza var ama kime ait? İnsan ne diyeceğini bilemiyor. İşte o esnada, vicdanımda hesap gününün ağırlığını bütün baskısıyla hissettim. İfadelerdeki bütün sözler atf-ı cürümdü.. O ana kadar konuşanlardan hiçbiri lehime bir tek kelime konuşmamış. Yine de 'Sizin bu dediklerinizden ben hiçbir şey anlamadım. Mevzu bana çok karışık geldi.' dedim.
    Canım iyiden iyiye sıkılmıştı. Zaten buraya gelmeden önce inzibat karakolunda tam sekiz saat ifade vermiştim. Bu sekiz saatlik zaman zarfında verdiğim ifade bir sahife bile değildi. Zira sorular vehimdi ve konuşulacak bir şey yoktu. Ancak arkadaşların ifadesi çok bağlayıcı oluyordu. Yazıp imzalatmışlardı.
    Sabahaddin, Naci ve Ferdi adındaki Emniyete mensup kişiler ifademizi almışlardı. İfade alırken çok zorladılar. Bir sürü isim saydılar. 'Bunları tanıyor musun? Nereden tanıyorsun?' diye. Bazı isimler üzerinde durmuşlardı. Ben de hizmet icabı tanıdığım mesela Ali Rıza Güven Bey, Ahmed Tatari Bey, Hacı Bekir Bey gibi zatları tanıdığımı, söylemiştim. Çünkü Kestanepazarı Derneği’nin idarecileriydiler. Şaban Hocaefendi'yi tanıdığımı söyledim. Aynı kursta ikimiz de hocaydık. Faziletli bir insandır, diye de ekledim. Harun Hocaefendi'yi sorduklarında 'Öyle değerli bir arkadaşı tanıma fırsatı verdiğiniz için size teşekkür ederim' dedim. Çünkü onu nezarette tanımışım..
    Yine sordukları bazı isimleri 'Bazen camiye gelirdi, görüşürdük' diye söyledim. Diğer bazılarını hatırlayamadığım için mühlet istedim. Sordukları ismi bir miktar düşünüyor, sonra da iyi tanıyorsam söylüyordum. Ve o isimlerin çoğunu şer'i ve hakiki manada sahiden tanımıyordum. Verdikleri ifadelerle de benim onları tanımadığımı ispat etmişlerdi. İnsan tanıdığı hakkında nasıl olur da öyle ifadeler verebilirdi.. Demek ki ben onları tanıyamamıştım ve tanımıyordum.
    Risaleleri okuyup okumadığımı sordular. Bir din adamına sorulması kadar komik tasavvur edemeyeceğim bu soruyla da muhatap oldum. Kısmen okuduğumu söyledim. Neleri okuduğumu sordular. Ben de bazı kitaplar okuduğumu söyledim. Mesela, 23. Söz'ü okudum.. Haşir Risalesini okudum vs. gibi. Söylediğim kitapların hepsi elli defa mahkeme görmüş ve ellisinde de beraat etmiş kitaplardı. Onlar 'Başka hangisini okudun?' diye soruyorlar, ben de masum kitapların birer birer isimlerini söylüyordum. Bu fasıl da epey uzun sürmüştü. 'Artık aklıma hiçbir kitabın adı gelmiyor' dedim, onlar da kitap ismi sormaktan vazgeçtiler.
    Esasen verdiğim ifadede bulabilecekleri tek suç unsuru yoktu. Fakat yukarıdan gelen emirle bizi tutuklayacakları muhakkaktı. Ve nitekim de öyle oldu. 
    Savcı Nureddin Soyer ifademi aldıktan sonra mahkemeye sevk etti. Zaten mizansen baştan hazırlanmıştı. Mahkeme tutuklayacaktı. Vazifesi tutuklama kararını okumaktan ibaret gibi bir şeydi. Mahkeme Heyetinde bulunanlardan biri Kemal Yağcıydı, efendi bir insandı. Bir de ismini şimdi hatırlayamayacağım bir binbaşı vardı. Hakkımdaki iddiaları okudular ve 'Mahkeme tevkifini düşünüyor' dediler. Neticede tevkif edildik. Beklediğim netice olduğu için bende bir değişiklik olmadı. 
    Mahkeme tevkifimize karar verince bizi inzibat merkezine geri getirdiler. Akşam da Abdullah Çiftliği'nin ötesinde Bademli'ye götürdüler.. Tutuklu kaldığımız dönemin ilk 21 gününü inzibat merkezinde geçirmiştik. Son bir ayını da Şirinyer'deki askeri hapishanede geçirdik. 6.5 ayın diğer kısmını ise hep Bademli'de geçirmiş olduk.
    Hapishanenin üç koğuşu vardı. Birinde kadınlar kalıyordu. Diğer ikisinde de solcularla biz kalıyorduk. Önceleri solcularla karma şekilde kaldık. Daha sonra bizim arkadaşlar çoğalınca solcuları yanımızdan ayırdılar ve biz hep bir arada kalmaya başladık.” 

    Savcı Soyer’in Suç Delili Üretme Telaşı
    Savcı Nurettin Soyer, Hocaefendi’nin yöneticilik yaptığı yurtta bir süre kalmış olan bu öğrencilere “Sizin bir şeyden haberiniz yok. ‘Bu işleri organize eden kişi Fethullah Gülen’dir’ deyin, serbest kalırsınız” diyordu. Bazı öğrenciler, Soyer’in istediği biçimde ifade verdiler. Savcı Soyer, Hocaefendi aleyhine ifade vermeyi reddeden öğrencisi Necdet Başaran’a, “Bıyıklarını cımbızla yolacağım” diyordu. Kendi elde ettiği bilgilere göre bir ifade metnini zabıt kâtibine yazdıran Savcı Soyer, Başaran’a dönerek bu metni imzalamasını istedi. Başaran, bu ifadeyi imzalamayı reddedince sinirlenen Soyer, bu metni yırtıp onu koğuşuna geri gönderdi. 
    Bu hadiseyi şöyle anlatıyor Hocaefendi:

    “Karşıyaka'da tutuklanan arkadaşları -ki bir kısmını önceden bırakmışlardı- son mahkemeye çıkaracakları gün bizim yanımıza getirdiler. Bunun çok faydası oldu. Zira kendilerine çok yanlış şeyler söylettirilmişti. Ve hepsi, haklarında denilenleri kabullenmiş ve onu müdafaa eder bir vaziyet takınmışlardı. Halbuki bu tavır hepimizi bağlayıcı durumdaydı. İkna oldular. Zaten ertesi gün de onları bıraktılar. Sadece Necdet Başaran Bey ev sahipliği iddiasıyla alıkonulmuştu. Bırakıldıkları tarih 3 Eylül'dü. Demek ki 5 ay tutuklu kalmışlardı.”

    Soyer, Hocaefendi’yi Ege Bölgesi’ndeki faaliyetlerin organizatörü olarak gösterip tutuklamıştı. Bu iddiasını destekleyecek delillere ve tanık ifadelerine ihtiyacı vardı. Oysa elinde akşamları yapılan ve Hocaefendi’nin de katıldığı sohbet programlarıyla ilgili bazı takip raporları dışında kayda değer bir şey yoktu. Soyer, dava dosyasını her geçen gün genişleterek, başka davalardan yargılanan bazı kişileri de dahil ederek sanık sayısını 54’e çıkardı. Yine de 33 sayfalık iddianamesinde Hocaefendi ve arkadaşlarına dini kitaplar okumak dışında somut bir suçlama getiremedi. 
    Mahkemedeki duruşmalar sırasında da ilginç bazı gelişmeler yaşanıyordu. Savcı Soyer’e göre bu dava “dinin istismarı” davasıydı. Soyer bir duruşmada, bazı savunmalarda Bediüzzaman Said Nursi’nin ismi kullanılırken, “Çağın Harikası” anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvanıyla anılmasını eleştirdi. Ona göre “Bediüzzaman”, dini anlamlar da içeren bir ünvandı ve mahkeme salonunda sık sık kullanılarak dini propaganda yapılıyordu. Avukat Nadir Devlet, Soyer’e ilginç bir karşılık verdi. Devlet’in, “Savcının adı olan Nurettin, dinin nuru anlamına geliyor. Onun ismi bu salonda söylenince dini propaganda mı yapılmış olacak?” sözlerine Savcı Soyer herhangi bir karşılık vermedi.

    Savcının Hocaefendi aleyhine ifade vermeleri için çağırdığı bazı tanıklar, doğru konuşmadıkları anlaşılınca mahkeme heyeti tarafından sert bir muameleyle salondan çıkarıldılar. Bu tanıklardan bir kısmının dindar olarak bilinen insanlardan olması Hocaefendi’yi üzüyordu. Örneğin tanıklardan biri şöyle diyordu:
    “Gülen bir öğrenciyi imtihan ediyordu. Öğrenciye ‘Atatürk’ü seviyor musun?” diye sordu. Çocuk ‘Sevmiyorum’ cevabını verince Gülen ‘Niçin sevmiyorsun?’ dedi. Çocuk, “O memleketimize dinsizliği getirdi’ diye cevap verince Gülen, sırtını okşadığı çocuğa ‘Haydi oğlum, sen imtihanı kazandın’ diyerek imtihan odasından çıkardı.”
    Savcı Soyer’in 33 sayfalık iddianameye aldığı bu tanığın anlattıkları baştan sona hayal mahsulüydü. Ne böyle bir öğrenci vardı, ne de böyle bir diyalog yaşanmıştı. Bir diğer tanık “Bunlar Cumhuriyet düşmanı. Eve sandalye bile almazlar. Eski medrese usulü hasır sererler. Terlik yerine takunya kullanırlar. Osmanlı özentileri var” diyordu. Oysa Karşıyaka’da sohbet yapılan evi basıp 25 kişiyi gözaltına alan polis yetkilileri bu evin memur ve öğrenci imkânlarıyla döşenemeyecek kadar lüks olduğunu söylüyorlardı. Bu tanık da mahkeme başkanı tarafından salondan çıkarıldı.

    Hocaefendi’yi oldukça üzen bu kişilere rağmen yine Savcı Soyer tarafından onun aleyhine ifade verir beklentisiyle mahkemeye çağrılan bir tanık, bambaşka şeyler söyledi. Bu kişi, Hocaefendi’nin yöneticilik yaptığı yurdun idare meclisi üyesi olan emekli Albay Mehmet Çatalkaya’ydı. Hocaefendi ile idare meclisi arasında o dönemde bir tatsızlık meydana gelmiş ve öğrenciler Hocaefendi’den yana tavır almıştı. Savcı bunu bildiğinden, Albay Çatalkaya’nın onun aleyhinde tanıklık yapacağını hesaplayıp onu mahkemeye çağırmıştı. Ancak Albay Çatalkaya, mahkeme salonundaki tanık kürsüsünde Hocaefendi’nin lehine bir konuşma yaptı. Albay Mehmet Çatalkaya, Mahkeme Başkanı Tuğgeneral Fahrettin Burkay’ın komutanlığını yapmıştı. Tuğgeneral Burkay, eski komutanı Çatalkaya’ya saygı ifadesi olarak bir sandalye getirtip Çatalkaya’nın oturarak ifade vermesini sağladı. 
    Hocaefendi’nin lehine tanıklık yapan bir diğer kişi Kestanepazarı Öğrenci Yurdu’nu idare eden derneğin yöneticisi Ali Rıza Güven’di. Güven, “Fethullah Gülen, maaş almadı, öğrencinin yemeğini yemedi. Sabunlarına bile el sürmedi. Kamp bizim yurdun yeriydi. Yazın öğrenciler köylerine dağılacağına orada zamanlarını değerlendirmelerini sağlıyordu” dedi.
    Abdullah Aymaz da mahkeme önünde şöyle diyordu: “Modern çağın bir ferdi olarak, memleketimde hurafelerden arınmış dini kültürü yayma gayreti içinde yetişmeye çalıştım.”

    Hocaefendi bütün bu tutukluluk ve yargılama sürecini şöyle anlatıyor:
    “Her gün bir arkadaş geliyordu. Bir gün Mustafa Asutay Bey'i getirdiler. Başka bir gün de Bekir Berk Bey geldi. Yanında çok vefalı arkadaşlarından biri vardı. Bizim Paşa'yı da getirdiler. Hasan Aktunç ve İzzeddin Hocaefendi de getirilenler arasındaydı.. Hepimiz 55 kişi olmuştuk. Fakat daha sonra bir-iki kişiyi salmışlardı.

    Bademli'de kaldığımız dönemin ilk günlerindeydi. Solcular kendi aralarında konuşuyorlardı. Çok üzüntülü oldukları belli oluyordu. Daha sonra gelen yeni bir haberle hepsi ağlamaya başladı. İçlerinde baygınlık geçirenler dahi olmuştu. Hepsi ağlıyordu. Hatta bir ara gardiyan gelmişti. İçlerinde Hoca dedikleri bir öğretmen, gardiyanı kovmuş ve "Git başımızdan, başımızda dert var" demişti. Daha sonra ranzaları kapının arkasına çektiler ve kapıları kapattılar.
    Mustafa Birlik, bir ara kulağıma eğilerek "İster misin, dedi, şimdi bunlar bizi rehin alsınlar" ben de "Bizi rehin alıp da ne yapacaklar. Bizim idarece bir değerimiz yok ki, rehin almakla onlara bir iş yaptırsınlar. Bizi öldürseler, diğerlerinin zaten canına minnet. Onun için hiç endişelenme, onlar bizi rehin filan almazlar" dedim. Ama gerilim her geçen dakika daha da artıyordu. Bir kötülük yapabilirlerdi. Daha sonra onları bu kadar üzen meseleyi anlamıştık.
    İbrahim ve Nedim adında iki kardeş -ki ikisi de onlar arasında çok sevilen ve birer rükün kabul edilen insanmış- aranmakta imişler. İbrahim İstanbul'da polislerle çatışmaya girmiş ve vurularak ölmüş. Onlar Nedim'in de aynı çatışmada öldürüldüğünü duymuşlar.
    Daha sonra Nedim'in Bornova'da yakalandığı duyuldu. Bir müddet sonra da Bademli'ye getirildi. Nedim, anarşistti. Fakat çok kibar ve çok nazikti. Sorgulaması işkence altında yapılmış; ancak tek kelime konuşturamamışlar. Solcular onunla övünüyorlardı. Hakikaten kendisine çok işkence yapılmış. Bizim gördüğümüzde ayak tabanının kemiği çıkmış ve ayağının altı lime lime edilmiş bir durumdaydı. Usturayla kesmiş ve tuz basmışlar. İki üç ay seke seke gezdi. Bir insan olarak ona çok acıyordum.

    Dr. Kâhid Bey sefirlere aracılık yaptığından onu bırakmışlardı. Şunu hemen kaydedeyim ki, Dr. Kâhid Bey'i çok mert gördüm. Yabancı bir ülkede, yabancı uyruklu bir insan.. Bir de sıkıntıdan hanımının çocuk düşürdüğü haberi geldi. Ama bütün bunlardan o hiç sarsılmadı. Abide gibi ayakta durdu. Şen, şakrak ve de neşeli.. Demek ki insanlar imtihan olmadan belli olmuyorlar. Ben, Hz. Ömer Efendimizin bir insanı tanımada ölçü birimi olarak koyduğu üç kaideye bir dördüncüsünü ilave ettim: Hapishanede beraber kalma.. Hapishane psikozlarını paylaşma, oradaki tafralara göğüs germe ve bu arada kardeşliği devam ettirme meselesi…

    Devam edecek…

    15 Tem 2019 10:42
    YAZARIN SON YAZILARI