Gelin

Zeynep ZÂHİDE

Zeynep ZÂHİDE

22 Oca 2017 22:29
  • Şehir hayatı bazen, bizler gibi gurbeti vatan-i asli kabul edinmiş, bazen üç-beş yılda bazen de yılda bir defa üç-beş günlüğüne memlekete gidenler, memlekette kalan akrabalarını ihmal etmiş olabiliyorlar. On beş Temmuz sahte darbe tiyatrosundan sonra ülkemizde yaşanan stres ortamı adeta cinnet halini almıştı. Yaklaşık elli beş altmış gün sonra gelen kurban bayramını vesile yapıp biz de Sıla-i Rahim yapmak amacıyla uzun zamandan beri gitmediğimiz memleketin yolunu tuttuk. 

    Biz memleketten ayrıldığımızda hayat dolu cıvıl cıvıl olan nicelerinin beli bükülmüş piri fani ihtiyarlar olduğuna, çocuk olanların çocukları olduğuna, bebeklerin birer delikanlı olduğuna şahit olduk. Her ne kadar ara sıra gelsek de herkesi bir arada göremeyince birbirimizden habersiz yaşayıp gidiyorduk. Yıllardır ilk defa bayramı memlekete geçiriyordum. Daha evvel hep yaz tatillerinde gelir bizim gibi farklı memleketlerde yaşayan eş dost ve akrabalardan haberdar olamazdık. Çünkü herkesin tatili farklı tarihlerde olabiliyor. Haberimiz olsa da görüşmek başkaydı tabii. 

    Memlekete gelmeden evvel kendi kendime söz vermiştim. “Kapı kapı dolaşacak, ziyaret etmediğim köylü bırakmayacaktım” aynen dediğim gibi yapmak için bayram sabahı erkekler kurbanla uğraşırken ben de “Ev de iş var. Etler temizlenecek, paylar dağıtılacak nere gidiyorsun” diyen dünyalar tatlısı nenemin yanağından aldığım bir buseyle bayramını kutlayıp attım kendimi sokağa. Önce birinci derece akrabalardan başlayıp dolaşmaya başladım. Tabi sabah herkesin işi var benim gibi avare değil köylü. Erkekler kurban kesip etleri ayırırken kadınlar da onları ihtiyaç sahiplerine göre paylara ayırıp gençlerin eline tutuşturup “Şunu şuraya bunu buraya” diye tembihleyip gönderiyorlardı. 
    Uzaktan da akrabamız olan Hatice teyzelere uğradım. Kurban kesen herkes gibi onlarda kurbanlarını kesmiş evde hummalı bir çalışma vardı. Kendi kendime dedim “Galiba ben yanlış zamanlamayla bayramlaşmaya çıktım” Herkes çalışıyor ben çocuklar gibi geziyordum. “En iyisi ben burada biraz dinleneyim, bu arada da millet kurban işini bitirmiş olur” diye düşündüm. 

    Fakat bu eve sanki bayram gelmemiş gibi bir hal vardı. Evde eskilerden tanıdığım, bir de annelerine ve babalarına benzeterek kimin oğlu kimin kızı diye tahminde bulunduğum ve tahminlerimle yanılmadığım insanların yanında, bizim köylülerden kimseye benzetemediğim güzel bir bayan vardı. Bayramlaştıktan sonra sebebini bilmediğim evdeki baskın hüzün ortamını şakalaşarak dağıtmak istedim. 

    -Hatice teyze senin sülalende böyle güzellik yok bu güzel bayan kim?
    -Aa kız sen varsın ya. Sen kimin sülalesindensin ki. Kız tama biz seninle aynı kökteniz
    -Teyzem vallahi sen çok yamansın. Kırmadan dökmeden hem iltifatla hem kendine pay çıkarıp verdin cevabını. 

    Bu arada diğerlerinin de dudaklarında kısa da olsa bir tebessüm belirdi. 
    -Teyzem bu bayan kim? 
    -Gelinimiz 
    -Yaa hangisinin eşi? 
    -Fatih’in
    -Vay köftehor vay. Güzelden anlıyor demek. Hani Fatih nerelerde? 

    Sormaz olaydım. Ben ortamı neşelendirmek için muhabbet etmek isterken daha ismini bile bilmediğim gelinin ve ev halkının moralini bozmuşum bilmeden. Bu sorumla birlikte gelin kendini tutamadı ağlayarak odasına geçti. Ben bir anda neye döndüğümü şaşırdım. Hatice teyzem de ağlarken, diğerlerinin de gözleri doldu. Çok mahcup olmuştum ama benim niyetim kimseyi üzmek değildi.

    -Teyzem özür dilerim yanlış bir şey mi yaptım.

    Sustu hayli zaman başı yerde gözlerini kaçırdı benden. Sonra ne de olsa misafirdim. Olaydan haberim olmadığından mazur gördüler. Aslında mazur görülecek değildi benim halim. Yıllardır Sıla-i Rahimi ihmal etmemden kaynaklanıyordu bu tür iletişim kazaları. Ama ne olursa olsun akrabalarımdan haberdar olamam lazımdı. Utandım ve sustum. Onları o halde görünce rikkatime dokundu sebebini bilmeden benim de gözlerim yaşardı. Ortada bir dert vardı ve ben akraba olarak bunu bilmiyordum. Sonra başını kaldırdı, eteğinin ucuyla gözlerini sildikten sonra bana döndü.

    -Neyse kızım Zeynep bizi boş ver. Sen nasılsın

    Usulca “Elhamdülillah” diye bildim.

    -Teyzem mahsuru yoksa gelinin yanına geçebilir miyim.
    -Estağfurullah geç kızım.

    İlk defa gördüğüm bu geline kanım kaynamış ona karşı gönlümde bir muhabbet hasıl olmuştu. Odasının kapısını tıklayıp izin istedim. Buyurun demeden kapıyı sessizce açıp eliyle içeri buyur etti. Belli ki hâlâ konuşacak mecali yoktu bu güzel bayanın. Odasına geçtim sedirin bir ucuna oturdum. 
    -İsmini bağışlar mısın ablam? 
    -Estağfurullah Nermin 
    -Benim ki de Zeynep. Hatice teyzem annemin teyzesinin kızı. Nermin ablam mahsuru yoksa biraz dertleşelim mi.
    -Boş ver be ablam. 
    -Hadi biz dolu verelim de boşaltalım dertleri. Seni de biraz rahatlatır bel ki dertleşmemiz
    -Şimdiye kadar bir faydası olmadı. Sadece kanattı kabuk bağlayan yarayı.
    -Yoo öyle deme. Dertler paylaşıldıkça küçülür bilirsin.
    -Benimki virüs gibi çoğalıyor ablam 
    -Allah kimseye götüremeyeceği yükü yüklemez hem dert verdiğini kendisine muhatap kabul ediyor demektir. O’na muhatap olmak ne büyük şeref.
    -Eyvallah. İdrakindeyiz de daha üç günlük gelinken bu yaşadıklarım. Bana çok ağır geldi. 
    -Üçü beş güne bakmaz dert. Geldi mi çekeceğiz. Daha sonra da olsa biz başka bir mazeret bulurduk. Biz insanlar hep böyleyiz. Şu işi en baştan anlat da mesele tam anlaşılsın.
    -Eşim ve ben hizmet hareketine ait okullarda öğretmenlik yapıyorduk. Allah’ın emri dedik. Ablalar ve abiler aracı oldular tavsiye üzerine birbirimizin resmine bakarak kabul ettik. 
    -Nasıl bir şey o öyle sadece resmine bakarak bu devirde
    -Evlenmekten maksadınıza göre. İyi bir aile kurmaksa maksadınız elbette eşinizi çok iyi tanımalısınız. Bizim çok kısa sürede birbirimizi nasıl tanıdığımıza gelince; ablalar bana meseleyi açtıklarında sorduğum soru tekti “Bana talip olan bey hizmetten mi” evet dediler. Ben de “Bence mahsuru yok” dedim.
    -Hepsi bu mu kız? Sen Fatih’in hizmetten olduğunu öğrendiğinde tanımış mı oldun yani?
    -Evet 
    -Bu nasıl tanıma yaa
    -Bak Zeynep ablam. Eğer bir insan bu devirde hâlâ hizmet hareketinde durabiliyorsa o yiğit bir adamdır. Devrin muktedirlerine yanaşanların ne nimetler içinde yüzdüğü bir devirde, onlara muhalefet edenlerin hapishaneleri sürgünleri nezarethanelerde işkenceleri göze almış demektir. Böyle bir insanın gönlünde masivaya muhabbet olur mu? Bir insanın gönlünde masivaya muhabbet yoksa o insan ahirete müteveccihtir. Hayatını ahirete göre şekillendiren birini bulur da kaçırır mı insan bu fırsatı. Gözü kapalı vardım. Kelmiş körmüş topalmış bunlar önemli değil benim için. 
    -İlginç bir yaklaşım. Ama söylediklerin çok mantıklı ben hiç böyle düşünmemiştim doğrusu
    -Üstelik yıllardır yurt dışında ne çilelere katlanmış hizmet etmiş eşim. Üstelik ben de yurt dışında görev yaptım. Bilirim şartlarını. Biliyorsun bizde Allah’ın emri ile istenir kızlar. Sonra Peygamberin sünneti üzerine kavilleşilir. Biz de önce Rabbimin rızasını gözettik. Ben müstakbel eşimin resmini görür görmez kanım ısındı. Sanki ben Fatih’i yıllardır tanıyordum ama nereden çıkaramıyordum. İlk görüşmemizde benim daha evvel bulunduğum yerleri sayarak sordum. -“Fatih Bey siz falan yerde filan yerde bulundunuz mu” “Hayır” dedi. Daha önce benim bulunduğum hiçbir yerde bulunmamıştı Fatih. 
    -Tamam Fatih tanıdığım kadarıyla mükemmel bir insan ama yine de görüp konuşmanız lazım değil miydi.
    -Görüştük konuştuk ama telefonla. Yüz yüze görüşemedik. Yüz yüze de de düğünden üç gün evvel görüşebildik.
    -Hakikaten iyi cesaret. Üzerine alınma da, bizim buralarda buna “Deli cesareti” derler.
    -Aynen öyle. Akıllıların yapacağı şeyler değil zaten bizim yaptıklarımız.
    -İtiraf ediyorsun yani.
    -İtiraf ettiğim evlilikte yaptığımız değil, yaptığımız mücadele.
    -Ne mücadelesi kız. Eskiden olsa “Sus kız komünist komünist konuşma” derlerdi bizim köyde.
    -Bizim mücadelemiz İbrahim’ler ateşe atılırken İbrahim’lerin yanında olduğunda senin de ateşe atılman demek olduğunu bile bile İbrahim’lerin yanın da olmak. 
    -Peki. Sonra. Evlendiniz. 
    -Evlenmeden önce üç defa eşim ve annemlerle beraber bir araya geldik. Ev eşyası aldık. Ev tuttuk. Eşyalarımızı evimize dizdik. Düğün için buraya köye geldik ki daha sonra beraber ben hizmetin kız kolejinde eşim de başka bir müessesede idareci olarak görev yapacaktı. 

    Burada biraz duraksadı ve gözleri dolu dolu ağlamaya başladı. Sustum hayli zaman ağladı ağladı ağladı. 

    -Allah yardımcınız olsun. Sanırım ip burada koptu.
    -Evet. Evlendiğimizin üçüncü günüydü. Malum şu on beş Temmuz tiyatrosunu sahneye sürdüler. Perdeler açıldı bizim için karanlık çöktü. Yirmi beş temmuz günü kapımız kırılarak evimizi bastılar. Eşim “Durun! Eşim üstünü giyinsin filan” dediyse de daldılar evin her tarafına. Evi didik didik ettiler. Zaten ev bizim değil. Kayın validelerin. Yani burası. Kayın validemler kayınlar ve görümceler bir haftalığına biz rahat edelim diye her biri bir akrabaların yanına gitmişlerdi o zaman. Eşimi alıp götürdüler. Bir hafta hiç haber alamadık. Bir hafta sonra nezarethanede görüştürdüler. Eşim adeta bitmişti.

    Nermin hanım olanları anlatırken zaman zaman gözyaşlarına boğuluyor, hıçkırıklar nefesini kesiyor, sakinleşince anlatmaya devam ediyordu. 

    -Fatih’i ne ile suçladılar?
    -Her şeyden evvel on yedi yirmi beş aralıktan sonra hâlâ hizmet müesseselerinde devam etmesi, sendikaya üye olması, “Kimse yok mu” Derneği gönüllüsü olması, Bank Asya’da hesabı olmasını suç saydılar. Bunun neticesi terör örgütü üyeliğiymiş.
    -Vay vay vay! Suça bak. Bizim teyze oğlundan terörist olacak haa…
    -Evet öyleymiş
    -Allah’ım bu nasıl bir zihniyettir ki, daha dün denecek kadar bir zamanda çocuklarını Fatih’lere teslim etmek için araya referanslar koyanlar, bugün; sanki yıllardır tanıdıkları bu insanlar değil de gulyabanilerle karşılaşmışlar gibi muamele ediyorlar bu insanlara. Hele bu halkın makarna kömür uğruna bu haksızlıklara sessiz kalmaları yok mu, kanıma dokunuyor kanıma dokunuyor arkadaş. Oysa dünyanın en aptal adamına sorsanız elma ağacının armut vermeyeceğini bilir. Bu ağaç yıllardır en mükemmel meyveyi veriyor. İçinde bir iki tane çürük olsa da oda zaten mevsimini görmeden daldan düşüyor, toprağa karışıp gübre oluyor. 
    -Peki Nermin ne yapıyorsun şimdi ne düşünüyorsun?
    -Bir şey yaptığım yok. Kayın validelerle tarlaya bağa gidiyoruz.
    -Nereye kadar? 
    -Eşim çıkıncaya kadar 
    -Peki dayanabilecek misin? Moralini bozmayım ama bu zâlimler bu süreç hemen bitsin istemiyorlar. Çünkü bu kendi tabirleriyle onlara “Allah’ın bir lütfu”
    -Bekleyeceğim sonuna kadar.  Biliyor musun geçen gün eşimi ziyarete gittiğimde bana ne dedi. 
    -Ne dedi?
    -Eşim aslında beni tam on iki yıl evvel Orta Asya’da hizmet ederken rüyasında görmüş. Düşün ben Ege'nin bir ilinden eşim Güneydoğudan. 
    -Gerçekten mi?
    -Evet gerçek. Niye yalan söylesin
    -Estağfurullah yalan demedim. Şaşkınlığımı ifade için kullandım o kelimeyi. Peki nasıl bir rüya mahsuru yoksa anlatabilir misin. 
    -Evliliğimizin çileli başlayıp sonunun muhteşem olduğunu görmüş. Ama tabi çilenin bu kadar erken başlayacağını o da tahmin edememiş.
    -Bak bu çok güzel bir haber. 
    -İşte bu rüya benim dayanma gücümü artırdı.
    -Bak ne diyeceğim, seninle beraber köyü gezelim mi. Hem efkâr dağıtır hem konu komşuyla bayramlaşırız. 
    -Ama bana biraz müsaade etmen lazım. Şimdi ağladım sızlandım gözlerim kızardı. Köylünün beni böyle görmesini istemem. Dik durmam lazım. Fatih’e söz verdim. “Zor olduğunu biliyorum” dedi. “Ama içeride ağla. İçini dök dışarı çıkarken hiçbir şey olmamış gibi çık. Başın öne eğilmesin. Sen devrin Nene Hatunu'sun unutma” 
    -Ben Fatih’i matematikçi biliyordum. Edebiyatçıymış teyze oğlu
    -Evet matematikçi ama şiirler de yazıyor benim Fatih’im
    -Peki benimle bir tanesini paylaşır mısınız?
    -Bir bakayım. Şurada defterlerin arasında bir tane olacaktı. Jandarmalar götürmediyse okuyayım. 

    Nermin hanım defterleri kurcalayıp şiiri ararken ben de pencereden şeker toplayan çocukları seyrediyordum. Bir anda çocukluğum geldi aklıma o zaman böyle naylon poşetler yoktu. Annelerimiz el işlemeli küçük torbalar yapar şekeri ona doldururduk. Harçlık nedir bilmezdik. Parayı kim kaybetmiş ki biz bulaydık. Hey gidi günler diye iç geçirirken Nermin;

    -Aha bura da buldum. Jandarmalar görmemiş. Her halde görselerdi bir de bundan sorgularlardı.

    Pencerenin önündeki sedire yanıma oturup bir dörtlükten ibaret olan şiiri terennüm etti.
    Gelsin dersen başına türkü bela musibet 
    Haksızlık karşısında bigâne kal sükût et
    Rahatsız değil isen gördüğün kötülükten
    At kurtul yürek diye taşıdığın o yükten

    -Fatih taşı gediğine koymuş. Daha uzun şiir bekliyordum ama…
    -Fatih’im kısa yazar. Bir defasında şöyle uzun soluklu bir şiir istedim. Bana bir beyt okudu.

    -Anlayana göz yeter gönül onda dillenir 
    Ahmak olana sözün hep tamamı söylenir. Dedi.
    -Vay vay vay! Yamanmış bizim Fatih
    -Öyledir. Şimdi anladın mı bizim kimin ardından ağladığımızı.
    -Hani senin de Fatih’ten geri kalır yanın yokmuş gelin.
    -Estağfurullah. Ama kıratın yanında duran ya huyuna ya suyuna çeker derler. Benim suçum yok. Senin teyzenin oğlu… 

    Gülüştük. Azda olsa efkarı dağıtmıştık. 
    -Ee hazır mıyız çıkmaya
    -Hazırım ablam…  

    Zeynep ZAHİDE

    *'Türkiye'de yaşanmış gerçek hikayenin anlatıldığı yukarıdaki yazıda ilgili diyaloglar hayali olarak canlandırılmıştır'
    22 Oca 2017 22:29
    YAZARIN SON YAZILARI