Ana Kucağı

Harun Tokak

Harun Tokak

13 Ağu 2023 11:20

  • Ana Kucağı
    Gurbette, bol yıldızlı bir ağustos gecesi.
    Minyatür bir bahçe haline getirdiğim küçük balkondan yıldızları seyrediyorum.
    Bazen bir yıldızın gülümsemesi, bazen tatlı bir poyrazın esmesi, bazen karanlıkta bir kuş sesi çocukluğuma alıp götürüyor beni.
    İnsan en çok da çocuklukta yaşadıklarını unutamıyor. 
    Gide gele eşiğini aşındırdığımız ilk okulu, yıl sonu müsamerelerinde seslendirdiğimiz türküleri, milli bayramlarda okuduğumuz şiirleri.
    Bayram günleri bütün köy kadınıyla erkeği ile, yaşlısı genciyle ilkokulun geniş bahçesinde toplanır, kimi bahçeye çıkarılan okul sıralarına oturur, kimi okula bakan yamaçlara yayılır, okuduğumuz şiirleri, türküleri dinlerdi. 
    Köy o gün bir başka olurdu. 
    Ben en çok Yahya Kemal’in “Akıncılar” şiirini okurdum.
    Sezon sonuna doğru provalar başlardı. O senenin türküsünü finale kalan okurdu.
    Bir keresinde okuduğum o türküyü hiç unutamıyorum.
    “Küçükten görmedim ana kucağı.”
     Meğer o günlerde söylediğimiz türküler bu günlere gönderdiğimiz hüzünlü mektuplar gibiymiş. 
    Şimdilerde ne kadar da hasretiz ana kucağına, babaocağına.
    Harman mevsiminde bazı geceler ağabeyimle harman yerinde yatardık.
    Mehtabın aydınlığında ışık ve gölgeler, dağlar gibi yığılı buğday saplarının arasında birbiri ile saklambaç oynardı.
    Biraz üşür gibi olunca altımıza biraz buğday sapı serer üzerine uzanırdık.
    Buğday saplarından yorgan yapardık.
    Uzaklarda çoban ateşleri yanardı. Ateşin başında garip bir çoban kaval çalardı. 
    Gece, dağlar, vadiler o kaval sesi ile beslenirdi.
    Biz o seslerle uyuyup kalırdık.
    Babamın, “Ali, Harun! Kalkın oğlum, poyraz çıktı. Harmanı savuralım.” sesine uyanırdık.
    Kabirden doğrulur gibi buğday saplarının altından doğrulup kalkardık.
    Ellerimizde yabalarla başlardık tınası savurmaya. Atabildiğimiz kadar yukarıya atardık. 
    Biz attıkça altın sarısı buğday daneleri yavaşa yavaş samandan ayrılırdı.
    Derken doğu yakası aydınlanırdı.
    Su damlası gibi bir aydınlık kaplardı ovayı obayı.
    Güneş bir mızrak kadar yükseldiğinde gözlerimiz hep köyden yana olurdu.
    Köyün çobanı “hooo, haaa” sesleri ile dağlara doğru sığırları sürmeye başladığında anam da sırtında ekmek torbası, elinde tarhana bakracı ile görünürdü.
    Yaprakları kurumuş bir ağacın altına oturur, sıcak çorbayı kaşıklamaya başlardık.
    Kaşıklarımızın sapıyla saman çöplerini ayıklaya ayıklaya içerdik o sıcak çorbayı.
    İstasyona giden yol, harman yerini ikiye bölerdi.
    O yol, incecik bir çizgi gibi kıvrılır giderdi sonsuzluğa doğru. 
    Bir gün o yolun bizim hayatımızı da böleceğini nerden bilebilirdim.
    O tozlu yol ayırdı beni anamdan. 
    1967 Ağustosunda babam ağabeyimle elimizden tutarak şehre okumaya götürdü.
    Daha çocuk yaşta anamın şefkatli kucağından mahrum kaldık.
    Bir yaz günü anamı o yoldan hastaneye götürdüm.
    Sağ salim gittiği o yoldan 2015 Ağustosunda anam cenaze arabasının içinde döndü.
    Köylerde hasat mevsimiydi.
    Göz alabildiğince uzayıp giden tarlalarda ateşe verilmiş anızlar, yaz güneşinin taze ışıkları altında ışıl ışıl parlıyordu. 
    Harman yerine geldiğimizde köyün minaresinden, ağustos güneşinin taze ışıkları altında, bütün bir köyü hüzünden bir şal gibi örten, ara sıra yeisle incelen, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan, yaralı bir ses yükselmeye başladı. 
    Ortanca oğlu hazin Hüseynî makamında anamın salasını veriyordu.
    Gözüm altında sıcak çorba içtiğimiz harman yerindeki ağaca doğru kaydı.
    Ne ağaç vardı ne harman…
    Lakin hayatım bir film şeridi gibi geldi gözlerimin önüne.
    İlk okul müsamerelerinde okuduğumuz türküler... 
    Yaz güneşinin altında döven sürdüğümüz günler...
    Yaprakları kurumuş bir ağacın altında, içine düşen saman çöplerini kaşığımızın sapıyla ayıklayarak içtiğimiz sıcak çorbalar…
    Her şey daha dün gibiydi.
    Hayat bu kadar kısa, zaman bu kadar hızlı mıydı?
    Bir bahar bahçesinde görülen yaz rüyaları kadar güzel o günler, ne kadar da geride kalmıştı.
    Ne çabuk da geçmişti yıllar…
    Oysa ilkokulu daha dün bitirmiş, köyümden daha dün ayrılmış gibiydim.
    Aslında ömür dediğimiz şey bütünüyle ölüme yürüyüş değil miydi?
    İşte hayat… 
    Su misali akıp gidiyordu. Tek bir saniyesi bile geri gelmiyor, bir uyku, bir rüya gibi geçip gidiyordu.
    Dünyada rahat bir uyku yüzü görmeyen anam yeşil bir örtünün altında sessiz ve sakin yatıyordu.
    Anamı hiç böyle, boylu boyunca yatarken görmemiştim. 
    Ama şimdi yatıyordu işte...
    Gençliğinde bağ-bahçe, tarla işlerinden, ömrünün son yıllarında nefes darlığından rahat yatakta yattığını hiç hatırlamıyordum. Her sabah kalktığımda anamı hep ayakta bir şeyler yaparken bulurdum.
    Hasat ve harman zamanı onca işçinin öğle yemeği, akşam yemeği, çayı, çorbası… 
    Bir de ekin biçen tırpancıların biçtiği sapları toplayıp demet demet bağlamak…
    Tarlalarda geçen o sıcak ağustos günleri... 
    Akşam onlara yine evde yemek vermek, çay içirmek, dağ gibi yığılan bulaşıkları elde yıkamak, inekleri sağmak, sütü kaynatmak, yoğurt yapmak, evi silmek, süpürmek…
    Tıpkı bahçesi gibi yeşillere bürülü anamı, son kez bakması, biraz dinlenmesi için, “Burası benim cennetim.” dediği toprak evinin bahçesine bıraktık. 
    Anam, babamın vefatından sonra yirmi yıl boyunca cemaati çekilmiş mabetlerde yalnız eriyen mumlar gibi bu toprak evde bir başına yaşamıştı.
    Bu toprak evin kerpiçlerini kendi elleriyle kesmiş, çamurunu karmış, taşını omuzlarında taşımıştı. Her taşında, her kerpicinde emeği vardı. Evin önündeki bahçede her bir fidana eli değmişti. Koca bir ömür, bu evde, bu sokakta geçmişti.
    Burası bir hatıra cenneti gibiydi.
    Çocukluk anılarımızın sergilendiği toprak evin ışığıydı anam…
    Bilhassa yazlar, bizim için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımızdı. Kendimizi bulmaya, çocukluğumuzu yaşamaya giderdik.
    Anam, son kez evini gördükten, başucunda, dördüncü oğlum dediği, Halil Hoca’nın o yanık, o davudî sesiyle okuduğu Yasin’i dinledikten sonra konu komşu ile helalleşip, camiye doğru yola çıktık. 
    Son kez geçti evinin sokağından.
    Köyde cenazeler kabristana kadar traktör kasasında taşınırdı.
    Halamın gelini Ülkü Bacı, “Dayı, ananızı traktör kasasına koymayın sakın. O sizi hep omuzlarında taşıdı.” dedi.
    Namazdan sonra “Omuzlarımıza aldık.” anamı.
    Harmana yerini ikiye bölen yoldan kabristana ulaştık.
    Babamın yanına kazılan taze mezara üç kardeş kendi ellerimizle koyduk anamı.
    Her atılan toprak parçası onu bizden biraz daha kopardı. Kur’an sesleri kürek seslerine karıştı. Kısa sürede taze bir toprak yığını oluştu. 
    Yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra babamla birlikte toprağın bağrından bize bakıyorlardı.
    Sonraki gün kardeşim Hasan, anamın vesikalık bir resmini alıp şehre gitti. Akşam geldiğinde o vesikalık resim büyümüş, çerçeveye girmişti. Tam yirmi yıldır duvarda bize tek başına bakan babamın resminin yanına asıldı.
    Birlikte toprak duvardan bize bakıyorlardı.
    Anamın elbiseleri birer ikişer dağıtıldı. Odası gibi, elbiselerini koyduğu dolabı da boş kaldı.
    “Ah Anacığım!” Dedim; 
    “Yıllar yılı biriktirdiğin, o fotoğraflara nasıl bakarım? Yalnız onlara değil, bahçede ellerinle diktiğin kiraz ağacına, ayva ağacına nasıl yaklaşırım? Babamdan kalma alet edevata nasıl dokunurum?
    Senin diktiğin ağaçlar dam boyu oldu, benim diktiğim meyveler adam boyu...
    Her sabah erkenden kalkar gözlerinle okşardın onları. Hepsi boynu bükük kaldı anacığım. Asmayı sen dikmiştin, unuttun mu? Bahçeyi boydan boya kaplayan asmayı. 
    Yazları köye geldiğimde o asmanın altında; komşu kadınlarla oturman için yaptığım peykede otururken, ya da ellerinle tek tek okşayarak diktiğin fidanlarını sularken veya elinde süpürge, acılarını süpürürken bulurdum seni.
    Ben fidanların arasında gezdiğimde “Ana bunlar ne kadar da güzel olmuşlar.” dediğimde sevinirdin.”
    Anamdan sonra daha fazla kalmadım köyde. Zaten kalamazdım.
    Şimdilerde ne kadar da hasretiz ana kucağına, baba ocağına.
    Çocukluğumuzda ilkokul mesamelerinde söylediğimiz o türküler meğer bu günler içinmiş.
     “Ah anacığım!
    Sen gittikten sonra ailemiz ipi kopmuş tesbih taneleri gibi dağıldı. Sadece bizim ailemiz değil bütün bir ülke Kerbela ’ya döndü. 
    İyi ki bugünleri görmedin. Zira senin o ipeklerden yumuşak kalbin dayanamazdı. Meğer senin duaların dayandığımız duvarmış, o duvar yıkıldı ve biz savrulduk. Şimdi kimimiz gurûbu olmayan gurbetlerde, kimimiz kara toprakta, kimimiz hapislerde…
    Geçen gün rüyamda yine gördüm seni. Gençleşmiş, güzelleşmiştin. Bir otobüsün en ön koltuğuna oturmuş harman yerini ikiye bölen yoldan Kabaklar İstasyonu’na doğru gidiyordun. Gamlı gözlerle bana baktın. Güzel gözlerinden taşan damlaları gördüm. O an hissettim ki her biri bir başka şehirde mahpusta olan evlatlarını, torunlarını ziyarete gidiyordun.
    O an anladım ki, bizim kederlerimiz kabrinde de buluyor seni.
    Bir gece yine rüyamda telefonum çalıyor. Açıyorum, senin sesin;
    ‘Yavrum!’
    ‘Anaaa!’
    ‘Nasılsın yavruuum?’
    ‘İyiyim ana, sen nasılsın?’
    ‘Ben burada çok iyiyim. Sakın beni düşünme, kendine iyi bak yavrum.’
    Gittiğin yerlerden de bizi düşünüyorsun ya anacığım!’’
    Gurbette bol yıldızlı bir ağustos gecesi…
    Minyatür bir bahçe haline getirdiğim küçük balkondan yıldızları seyrediyorum.
    Bazen bir yıldızın gülümsemesi, bazen tatlı bir poyrazın esmesi, bazen karanlıkta bir kuş sesi çocukluğuma alıp götürüyor beni.
    Yaz rüyaları gibi yavaş yavaş unutulan güzel günleri özlüyorum.
    En çok da ilkokul müsamerelerinde söylediğim o türküyü.
    “Ana kucağını”

    13 Ağu 2023 11:20
    YAZARIN SON YAZILARI