Masumları Karalamanın Değişmeyen Yüzü! "Bediüzzaman Örneği"

Prof. Dr. Muhittin AKGÜL

Prof. Dr. Muhittin AKGÜL

24 Nis 2021 10:53
  • İnsanlık tarihi incelendiğinde, başta peygamberler olmak üzere, pek çok aydın, ilim adamı, sivil toplum örgütü veya idarecisi, farklı şekillerde kişiler ya da yönetimler tarafından, iftira ve karalamaya maruz kalmıştır. Hatta bunlardan bazıları vahşice katledilmiş, canlarına kıyılmış, sû-i kastlara kurban edilmiş, zindanlara atılmış, zehirlenmiş, sürgünlere maruz bırakılmış, toplum nazarında en kötü iftira nitelemeleriyle karalanmış, soykırıma tabi tutulmuş ve toplumdan soyutlanmaya çalışılmıştır. İşte bunlardan biri de, 1878-1960 tarihleri arasında yaşamış olan büyük ilim ve fikir insanı Bediüzzaman Said Nursi hazretleridir.

    Kendisine yapılan sayısız iftiralara aldırmamış ve kilitlendiği insanlığa hizmet yolundan da hiç şaşmamıştır. Rıza-i İlahi hedefli bu yolda, insanların imanlarının kurtarılması tek hedefi olmuş ve bu hedeften de asla vazgeçmeden hayatının son nefesine kadar yoluna devam etmiştir.

    Benzeri bir konuyu daha önce de paylaşmıştım. Bu günlerde, ihtiyaç hâsıl olduğu için, farklı bir şekilde tekrar paylaşmak istiyorum. Bu yazıda, yaşadığı dönemde kendisine her türlü insanlık dışı muamelenin yapıldığı Bediüzzaman hazretlerine, iftira olarak atılmaya çalışılan akıl, mantık, vicdan, hukuk ve dine sığmayan bu iftiralardan sadece bazılarını, -günümüze de ışık tutması bakımından- hatırlatmış olacağız. 

     Bediüzzaman hazretleri, kendisine karşı kötülük düşünenlere karşı kendisini şöyle konumlandırmıştır:  

    “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (Nursî, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)

    Onun bu açık ve mertçe söylemi karşısında, yaşadığı dönemin zâlim ve entrikacıları, akla hayale gelmeyen iftiralarda bulunmuşlar, insanların gözünden düşürmek ve toplumu ondan uzaklaştırmak için, o günkü şartlarda yayınladıkları dergi, gazete ve her türlü yayın aracılığıyla yoğun ve aralıksız bir şekilde üzerine gitmiş ve itibar suikastına tabi tutmuşlardır. Bununla da yetinmeyerek sürgünden sürgüne, hapisten hapse yollamışlar, her bölge, meşrep ve duruma göre, aleyhinde oluşacak her türlü ahlaksızca desiseye müracaat etmişlerdir. Bu iftiralardan sadece bazılarına işaret edilecek olursa;

    Kendisinden ders alanları mürid, tarikat üyesi gibi o zamanki mevhum ve suç saydıkları etiketlerle yaftalayarak suçlu ilan etmişler; gazetelerdeki asılsız haberlerle, insanları güya ondan uzaklaştırmak için: “Eğridir gençleri Said ve müridleriyle mücadeleye başladılar.” gibi akıllara durgunluk veren yalanı manşet yapmışlar; “Said ve müridleri gizli siyaset çeviriyorlar, emniyeti bozup kanunları değiştirmeye çalışıyorlar” iftirasına sarılmışlar; “Said Nursî bazı kadınlara şeytandır diyor” gibi bühtanın da zirvesini uydurmuşlardır. 

    Ayrıca, irticayı yayıyor, gizli cemiyet kuruyor, dini âlet ederek toplumu devletin emniyetini ihlâle teşvik ediyor, gizli neşriyat yapıyor, yazdığı eserleri Kur’ân’a nazire yapıyor, Kur’ân’ın sûrelerini yüz kırka çıkartıyor, yazdıklarının ilmi hiçbir tarafı bulunmuyor, talebeleri birbirleriyle gizli gizli görüşüyor, risaleler teksir makineleriyle çoğaltılarak köylere kadar gizli götürülüyor, risaleleri Kur’ân’a (hâşâ) eş tutuyor, talebelerini, kerametlerinin varlığına inandırıyor, kerametleri ve velîliği hakkındaki söylenenleri ve yazılanları red ve cerh etmiyor, övünmeğe düşkündür, kendi kerametine o kadar inanmıştır ki, İlâhî ve tabiî olan birçok hâdiseyi kendisinin ve Risale-i Nur'un kerameti kabul ediyor, hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu inkâr ediyor, talebeleri ona mehdilik isnadında bulunuyor, müceddidlik ve büyük makamlar veren şakirtlerinin söylemlerine, enâniyet ve övünmeye olan meylinden dolayı itiraz etmeyerek bu teveccühleri kabul ediyor, “Hazret-i Ali'nin (r.a.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, mânevî evlâdı olabilirim” demesiyle, kendine atfedilen makamlara liyakatini kabul etmiş oluyor, kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor, halkı devletin aleyhine kışkırtıyor, eserlerini Türk Harfleri Kanununa aykırı olarak Arap harfleriyle yazdırıyor, kullandığı hadisler zayıf hatta mevzu olmakla beraber, tevilleri yanlış ve aslı bulunmuyor, miras taksiminde kadın ve erkeğin eşitliği aleyhinde bulunuyor, medenî kanunları kabul etmediğinden, devrim kanunlarının tersine hareket ediyor, Mustafa Kemal’i Süfyan ve bir İslâm deccalı görüyor, şapkaya muhalefet ediyor, şapkanın küfür alâmeti olduğunu giymede ısrarın ise dinsizlik olduğunu iddia ediyor, talebeleri şapka giymiyor, böylece şapkaya açıkça muhalefet ederek devlete kafa tutuyorlar, Medreselerin ve tekkelerin kapanmasından, ezan ve kamette Allahu Ekber denilmemesinden, bunlar âhirzaman alâmetlerinden sayıldığından, inkılâp hareketlerine karşı bir kışkırtmak isteği içinde bulunduğu anlaşılıyor.

    Peygamberimiz Muhammed Mustafa'ya (a.s.m.) benzetilmek isteniyor, Kur'ân-ı Kerîm’i ve hadîsleri şahsî fikirlerine ve maksatlarına âlet ediyor, gaybı bildiğini iddia ediyor, gizli cemiyet kurarak, din perdesi altında emniyeti bozmak maksadıyla kitap ve mektuplarını gizli vasıtalarla gönderiyor, zelzele gibi bazı hadiselerin, Nurlara hücum zamanında gelmelerini, Nurun kerameti olarak görüyor, Risale-i Nurlar tefsir değil, hem bazen akideye muhalif yönleri de var, Said-i Nursî, Ehl-i Sünnete muhalif olan Hasan Sabbah, Bâtınilik mezhebi ve gulat-ı şia gibi bir yol izliyor, inkılâplar aleyhinde ve emniyeti ihlâl fikriyle mukaddesatı âlet yapıp halkı fesada teşvik ediyor, İslâmî bir devlet kurmak istiyor… gibi bir sürü akıl mantık açısından mümkün olmayan alçakça iftiralar atmışlardır. 
    Yetmezmiş gibi bir de Risale-i Nur'un fevkalâde kıymetini kırmak düşüncesiyle, şeytanların bile hatır ve hayaline gelmeyen bir iftira, bizzat o günkü resmî makamı işgal edenlerce atılmış ve: “Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar” denmiştir. Bediüzzaman Hazretleri böyle iftira karşısında: “İşte böyle bir iftiraya bir sefih, ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa, buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti, buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurlara leke atmak için kurduğu plânıyla, bu yeni hadiseyi vesile edip Nur talebelerine leke sürmek istenildi. Fakat hıfz ve himayet ve inayet-i İlâhiye, o plânı da harika bir tarzda akîm bıraktı.” sözleriyle mukabelede bulunmuştur.  

    Devrin zalimleri, maşa olarak valileri, kaymakamları devreye sokuyor, bunlar da her şeyi bırakıp ömrü seksenlere merdiven dayamış bir insanı takibe koyuluyor, memurlar işlerini güçlerini bırakmış, Üstad’la konuşan, ziyarete gelen, selam veren, tıraş eden vatandaşların peşine düşüyor ve Üstadın evi sürekli gözetimde tutuluyordu. Öyle ki, bir jandarma çavuşu bile, elinde arama emri olmadan, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla müeyyed bulunan mesken masuniyetine tecavüz edebiliyordu. Üstadın kılık kıyafetiyle uğraşılıyor, devr-i sabıkta olduğu gibi, ziyaretine gelenler yine kaydedilip karakollara çağrılıyor. Kendisini milletine vakfeden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi, hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak suretiyle öldürülmek isteniyordu. (Tarihçe-i Hayat, Denizli, Emirdağ, Isparta Hayatı Bölümleri)

     Dokuz yıl askerlik vazifesi yapan Hattat Emrullah Efendi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerini son görüşünü şöyle anlatmaktadır:
    “l942 senesinde Kastamonu'da ne kadar dindar Nur talebesi varsa toplayıp, karakollarda eziyet ve zulüm ediyorlardı. Bunlarla birlikte Üstad Bediüzzaman'ı da alıp otobüse bindirerek Denizli hapishanesine yolladılar. Bu esnada, Kastamonu'nun her tarafına, “bu masum insanları idama götürüyorlar” diye şayia çıkarılmıştı. Etrafa bir korku havası yaymışlardı. Bu korku uzun seneler Kastamonu’da devam etmişti.”

    Muhtelif zaman aralıkları içinde, çalışmalarımızı devam ettirirken uğradığımız Kastamonu'da; Nura karşı, İslâm’ın nurlarına karşı, geçmiş günlerde yapılan zulüm ve korkunun belirtilerini görüyorduk.” (Şahiner, Son Şahitler 2)

    Dönemin zâlimleri, Bediüzzaman Hazretlerini, insanlardan uzaklaştırmak için en uzak ve ücra yerlere sürgün ediyor; sürgünle yetinmiyor zindanlara atıyorlardı. Onun bütün ömrü, şehirden şehire, zindandan başka bir zindana, bölgeden başka bir bölgeye sürgünle geçmiş, hiç bitmeyen çilelerle dolu ama yılmadan ve hiçbir zaman da herhangi bir ümitsizliğe düşmeden, bereketli mi bereketli bir ömür sürdürmüştü. Şimdilerde Bediüzzaman, dünyanın farklı coğrafya ve dillerinde hep güzellikleriyle yâdedilirken, ona bu eziyet, işkence ve iftiraları reva görenler ise, kabirlerinde Cehennem hayatı sürdürmekte, dünyada da lanetle yâd edilmektedir. Rabbim âhirette bizleri, yüzümüzü kızartacak her türlü kötülükten muhafaza buyursun.

    Prof. Dr. Muhittin AKGÜL
    https://twitter.com/muhittinakgul
    24 Nis 2021 10:53
    YAZARIN SON YAZILARI