ERDOĞAN, GÖNÜL VE ŞERLERİN EN KÖTÜSÜ

Konuşurlar tabii...Devleti “efendi”, vatandaşı “tebaa” saydıkları sürece böyle konuşurlar.


Vatandaşın devletle ilişkisini tek taraflı bir tâbiyet ilişkisine indirgeyen resmî bakışı sorgulamayanlar daha çok konuşurlar. Tersine bir tâbiyeti akıllarına bile getirmedikçe; demokrasilerde devletin vatandaşın hizmetkârı, toplumun devletin sahibi olduğunu anlamadıkça daha beter sözler de söylerler. Devletin vatandaşa ait olduğu bir düzen, vatandaşın kendini ülkesine samimiyetle ait hissedebildiği bir düzen... Böyle bir düzenin mümkün olduğunu anlamayan, böyle bir düzen için çalışmayı görev saymayan yetkililerden bugüne kadar neler işittik ve daha neler işiteceğiz kimbilir. Vatandaşını kökenine, diline, dinine, mezhebine, örtüsüne, sünnetine göre tasnif edegelmiş; bir kısmına “makbul,” diğerlerine “yabancı” ya da “potansiyel suçlu” gözüyle bakabilmiş bir devletin ayrımcı zihniyetini içine sindirebilen erkândan daha ne vecizeler beklenir... *** Okay Gönensin dün Vatan’daki yazısında teşhisi doğru koymuştu: “Tayyip Erdoğan’ın ‘ya sev ya terk et’li üslubu Milli Savunma Bakanı olan kişiyi de heyecana getirmiş ve o da içindekileri dökmüş.” Gerçekten de, Başbakan’ın günlerdir ısrarla yenilediği “ya sev ya terk et” mesajıyla Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün önceki gün Brüksel’de söylediği tüyler ürpertici sözler aynı bütünün parçası. Doğrusu, Başbakan dün partisinin grup toplantısında “Ben ‘ya sev ya terk et’ demem. Bu ifadenin karşısındayım. Bu sözün patenti MHP’ye aittir” deyince önce umutlandım. Ama devamını yine “ya sev ya terk et” mantığının o bildik açılımıyla getirdi; “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet fikrini beğenmeyen gitsin” dedi. “Tek”lik fikrini beğenmenin koşullarını 85 yıldır yaratamamış bir devletin, 85 yıldır vatandaşlarını bütün çoğulluğu ve çeşitliliğiyle makbul ve eşit sayamamış bir devletin başbakanı olduğunu hiç aklına getirmezcesine konuştu. O devletin, bu topraklarda yaşayan Kürtleri de, Alevileri de, gayrimüslimleri de bir kenara ittiğini unutmuş gibi davrandı. O devletin, bizzat kendi eşi ve kızları da dahil olmak üzere milyonlarca kadını hor gördüğünü, dışladığını, muhatap almadığını bilmezlikten geldi. Kendisini vatandaşına sevdirmeyen, beğendirmeyen, hükümran ve ayrımcı devletin ağzıyla konuşmayı sürdürdü. O ayrımcı devlet ki, generallerine başörtülü kadınların ellerini sıkmamak için köşe kapmaca oynatabiliyor... O ayrımcı devlet ki, hükümet sözcüsünün ağzından vatandaşını “sünnetliler-sünnetsizler” diye kategorize edebiliyor... O ayrımcı devlet ki, Milli Savunma Bakanı bu topraklarda işlenmiş en büyük günah olan Ermeni soykırımına fiilen sahip çıkabiliyor; bir ölüm fermanı olan tehcir kararını ve derin acıları birlikte getiren mübadeleyi, 2008 yılında hala kutlayabiliyor. “Rumlar, Ermeniler, Yahudiler bu topraklardan iyi ki gönderildi, yoksa milli devlet olamazdık” diyor bakan bey; orada da durmuyor, azınlıklar gitmeselerdi bütün zenginlikleri ellerinde tutacaklardı demeye getiriyor; yetmiyor, bugün teröre yardım edenlerin kendilerini “tehcir mağduru sayanlar” olduğunu söylemekten gocunmuyor. Bütün bu ifrazat sırasında, atalarının yurdu olan topraklarda bugün tek tük kalmış gayrimüslim vatandaşlarımıza hakaret ettiğini düşünmüyor bile. Okay Gönensin’in yine isabetle vurguladığı gibi, bu kafayla pekala “bir tehcir kararı da Kürtler için çıkartalım, gönderelim onları Kuzey Irak’a” denebileceğini aklına getirmiyor. Hem aklına getirse ne olacak... Kürt meselesine yaklaşımını “beğenmeyen gitsin” mesajına indirgemiş bir başbakanın Allahın günü tekrarladığı bu vahim sözlerin bir adım ötesi de “tehcir” değil mi? *** Gözü, kulağı olan herkes, Erdoğan’ın ve kabinesinin özelde Kürt meselesine, genel olarak da demokratikleşme gündemine yaklaşımlarında giderek derinleşen bir “devletleşme” eğilimi olduğunun farkında. Beşir Atalay’dan, Ali Babacan’dan tek tük farklı sesler çıkması bu tabloyu değiştirmiyor. Başbakan, şahin sözlerini, milliyetçi mesajlarını “aslında çok kapsamlı bir sivilleşme planı hazırlıyoruz” diye savunadursun, gerçekte bu sivilleşmenin işaretleri gecikiyor, adımları bir bir erteleniyor. Sivilleşmenin en temel gereği ve tek güvencesi olan sivil anayasa için “sabır” diyor Başbakan; bu konuda başka bir vaadi yok. Bütün bunları görüp duyarken, devletçi zihniyete rağmen hükümet olabilmiş bir hükümetin devletleşmesini gün be gün izlerken, bazı dostlarımız da çıkıp “Başbakan’a yüklenmeyin” diyorlar bize. “Elde başka kim var” diyorlar; “ne kadar reformcuydu unuttunuz mu” diyorlar... Erdoğan’ın ve AKP’nin bu ülkede demokrasi isteyen herkes için “ehven-i şer” olduğunu hatırlatıyorlar. Doğru; bu hükümetin “ehven-i şer” olduğunu, alternatiflerinin çok daha kötü olduğunu söyleyenler haklı... Ama değişim vaadinden kopmuş, demokratikleşme adımlarından korkan, yerinde durakalmış ve her an geri adımlar atabileceğini sözleriyle yansıtan bir başbakanı ve hükümetini eleştirmemek çare olabilir mi? Bu gidişi sessizce seyredersek, Erdoğan’ın düşürüldüğü tuzağa kendi rızamızla atlamış olmaz mıyız? “Ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür” sözü tam da böyle tuzaklara karşı bir uyarı değil midir?
<< Önceki Haber ERDOĞAN, GÖNÜL VE ŞERLERİN EN KÖTÜSÜ Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER