2002 seyrettiğim en güzel Dünya Kupası’ydı şüphesiz. Daha önce bir maç seyrederken hiç ağlamamıştım. Bütün evlerden aynı anda gol sesi çıktığını hiç duymamıştım. Futbolun en büyük bayramının aktif bir parçası olmak, uzun süre sonra katıldığımız ilk
dünya kupasında üçüncü olmak paha biçilemezdi.
Ama o muhteşem Dünya Kupası’ndan sonra bile üçüncü olduğuna sevinmek yerine,
şampiyon olamadığına üzülen bir
ülke olmayı başardık. Mutluluktan hüzün çıkarmayı bildik. Ülkenin en büyük başarılarından birini kazanan hocanın saçlarına takıldık. 2008’de yine yarı finaldeydik. Ama bu şans mıydı, planlanmış bir başarı mı, hâlâ çözemedik. Takım, medya,
taraftar hep birbirimize düştük. Oysa bak 2010 ’da ne kadar aklıselim,
futbolsever, fairplay takılıyoruz. İki yılda futbola bakışımız, adil oyuna olan saygımız mı arttı? Yooo, sadece Dünya Kupası’nda yokuz.
Dünya Kupası’nda olmadığımız için
İngiltere ’nin golü gol, Luis Fabiano’nun eli el,
Arjantin’in golü ofsayt,
Keita bildiğin artist. “İngiltere ’nin attığı gol sayılsaydı oyunun matematiği tamamen değişecekti, kim bilir belki de İngiltere kazanacaktı” dememize gerek yok. Çünkü fanatizm gözümüzü bürümeyince, objektif bakınca o maçın Almanların hakkı olduğunu, o gol olmasa, başkasını atacaklarını görebiliyoruz. Milletçe Arjantin’i tutmamız, ilk gollerinin ofsayt olduğunu görmemizi engellemiyor çünkü parçası olmayınca, futbolu Arjantin ’den bile daha çok seviyoruz.
Biz
Güney Afrika’da olmadığımız için
spor sayfalarında eşit ağırlık söz konusu. Biz orada olsaydık, falanca futbolcunun safari fotoğrafları ya da saçını nasıl kestirdiği, diğer bütün
takımların haberlerinden daha çok yer kaplayacaktı, ama şimdi kaplamıyor. Fransızların skandal Dünya Kupası’na ayıplayarak bakıyoruz. İtalyanların ilk turdan evlerine dönmesini eleştiriyoruz, hakemlerin performansını eleştirirken “Keşke olmasa ama futbolda olur böyle şeyler” tadında takılabiliyoruz. Çünkü hiçbiri bizim başımıza gelmiyor.
‘Why England Lose and Other Curious Football Phenomena Explained’ (İngiltere Neden Kaybeder ve Diğer Acayip Futbol Hikâyeleri) kitabında İngiltere futbolunun altı evresinden bahsediliyor:
İngiltere ’nin altı evresi
İlk evrede, İngilizler Dünya Kupası’nı kazanacaklarına dair inançları tam olarak kupaya başlarlar. İngiltere ’nin bu kupayı sadece 1966’da kazanmış olmasının bir önemi yoktur. İkinci evrede, şanssızlıklar yakalarına yapışır. 1970’te
Gordon Banks’in bozulan midesi, 1986’da ‘Tanrı ’nın Eli’, 1998’te David Beckham’ın kırmızı kartı. Bu defa Robert Green’in ellerinden kayarak filelere ulaşan o şut. Ya da önceki maçta sayılmayan o gol... Üçüncü evre, İngiltere ’nin savaş düşmanlarından birine yenilmesidir. Son yedi Dünya Kupası’nın beşinde İngiltere ’yi ya
Almanya ya Arjantin elemiştir. 2010’da da bu
kural bozulmaz. Aslında ideali maçın uzatmalara kalması ve İngiltere’nin penaltılarla elenmesidir ama Almanya bu defa işi o raddeye bırakmaz. Dördüncü evrede, İngilizler Milli Takımlarını yerden yere vurmaya başlarlar. Futbolcular fazla şımarık, fazla zengin, fazla ruhsuzdur. Sonra sıra beşinci evreye, yani bir günah keçisinin bulunmasına gelir. İçinde bulunduğumuz konjonktürde buna en uygun
aday, Fabio
Capello ’dur. Altıncı ve son evrede, İngiltere gelecek dünya kupası elemelerine başlar ve ilk evreye geri dönülür.
İkinci Dünya
Savaşı’na katılmadığımız ve Dünya Kupalarının gediklisi olmadığımız için üçüncü evreyi dışarıda bırakırsak, İngiltere yerine tuttuğumuz takımın adını koymak suretiyle, katıldığımız her şampiyonaya aşağı yukarı uygulayabileceğimiz bir şablon olduğu gerçeğini Ağustos’tan sonra idrak ederiz. Şu anda dünya kupası devam ediyor ve hepimiz sonuna kadar centilmeniz.