Bunlara Gerçekten İhtiyacımız Var mı?
Hayatlarımız insan yönünden tenhalaşırken,
eşya yönünden ne kadar da kalabalıklaştı. Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırma masalı gün geçtikçe inandırıcılığını yitiriyor. Her şey düne göre daha kolay ve daha kısa sürede yapılabiliyor ama bugün bizim insana ayıracak daha az zamanımız var.
İşlerin azalmasıyla ortaya çıkacak boş zaman, nedense buharlaşıp uçuyor ve bazı işlere ayırdığımız zaman azaldıkça başka işler daha da artıyor. Hâsılı çıkarıyoruz, topluyoruz, çarpıyoruz ama sonuç değişmiyor: elde var sıfır…
Geçen bir
broşür geçti elime içinde bir bebeğiniz olursa nelere ihtiyaç duyabileceğinize dair bilgiler ve ürünler tanıtılıyor,
fiyat aralıklarıyla gösteriliyordu. Gözlerime inanamadım!
Bir bebeğiniz olmasının, bu denli bir kalabalığı ihtiyaç olarak algılatmaya çalışan bir kapitalist sistemin, bu kadar yakınıma kadar gelip dayanacağını düşünememiş olacağım ki sayfaları çevirdim. İnanmıyordum bu kadar mı olurdu? Evet, bu kadardı…
Neler yoktu ki, biberonların her türlüsü,
meyve suyu için olanı, süt için olanı, su için olanı, yedek olanı, ayıcıklı olanı…
Buhar makinesi, ateş ölçer, ana kucağı, alt açma minderi, yürüteç,
araba koltuğu,
emzirme yastığı, bebek battaniyesi, biberon
maması, kaşık maması, mama sandalyesi ve daha neler neler… Benim hatırlayabildiklerim bunlar.
Tabi bunun bir de yazı ve kışı var; pudrası, kremi, güneş kremi, şampuanı, sabunu bebe yağı…
Hatta
emekleme dizliği, uyurken
telsiz, yürürken oyun bahçesi falan derken tam bir
sektör olmuş.Buraya gelin sizin en değerliniz bizim en değerlimizdir ve değeri de aldıklarınızladır mesajı içinde yutturulmaya çalışılıyordu.
Şaşırdım, kaldım! Bebeğin boyutlarını düşündüm: en fazla elli santim boyunda, üç-dört kilo ağırlığında… Minicik bir bebeğin daha dünyaya gelirken kapitalist sitemin içine dâhil edilmesi içler acısı.
Gerçek ihtiyaçlarla, gerçek olmayan ama ihtiyaç gibi gösterilenler karıştırılınca ortaya trajedik durumlar da çıkıyor. Gerçekten önemli olanla, önemli olmayan yer değiştiriyor. Bir grup, bebeği bencil ve narsist olarak her şeyi kullanmayı kendisinde hak olarak görmeleri empoze edilirken; diğer grupta kalanlar da bir kompleksin içine sürükleniyorlar.
Kaç eşin bu ürünlerden birisi için tartışmadıklarını söyleyebiliriz ki. Alabilenin yükünü arttırdığı, alamayanın ise kendisini ezik hissettiği bir sistemde, birisi de çıkıp “Durun gerçekten bunlara ihtiyacımız var mı?” diye sormuyor.
Sürü nereden giderse oradan gitmek,
sorgulamadan bir şeyleri daima arzu eder durumda olmak, ağır bedeller ödetiyor sonunda.
Bir bebek için her şeyi önce sahteleştirin, sonra da
doğal olduğunu iddia ettiğiniz yoğurtları, mamaları pazarlayın. İnsanlarda bunu yutsunlar!
Anne sütünü gereksiz görün; annenin kucağına bebeğini almasını (onu şımartma riskine karşı) önermeyin, yerine çeşit çeşit ana kucakları
icat edin.
Bir bebeğin kendisinin on katı fazlalığında eşyalarıyla baş edebilmek bile, başlı başına bir iş. Bebeğin malzemelerini almakla, onları yerleştirmekle, korumakla, yeri geldiğinde seçerek kullanmakla harcanan zaman çok daha verimli kullanılabilir oysa.
Neyin gerçek ihtiyaç, neyin uydurulmuş ihtiyaç olduğunu ayırt edemezsek zamanımız gittikçe bereketsizleşecek. Zihnimiz ve kalbimiz, artan eşyalar arasında o denli yoruluyor ki kendimize dönmeye vaktimiz kalmıyor.
Bir bebek üzerinden yürüttüğüm bu sorgulama hayatımızdaki her şey için geçerli aslında. Bizim durumlarımız daha iyi değil! İhtiyacımız olmayan o kadar çok şeyi hayatımıza sokuyoruz ki onlarla uğraşmak ve onların hizmetlisi olmakla bir ömrü bitirip tüketiyoruz.
Bizler de bebek olduk, en fazla bir beşiğimiz, bir yalancı emziğimiz, beyaz patiskadan bezlerimiz oldu. Daha az şeyimiz vardı ama daha eksik yaşamadık!
Bu geçmişe özlem ve geçmişe geri dönme çağrısı değil elbette. Bu bir sadeleşme çağrısı yalnızca. Hayatlarımızı sadeleştirme çağrısı… En hassas olduğumuz konu üzerinden, bebeğimiz üzerinden… Onu bile dünyaya daha geldiği anda bu kadar eşyayla boğabiliyorsak, kendimize neler yaptığımızı görmemek için kör olmamız lazım. Kim bilir belki de körüz…
Kendimize ne yapıyoruz biz? İçimizdeki boşluğu sahte ihtiyaçlarımızla doldurmaya çalışarak kendimizi nelerle oyalıyoruz? Sonra da geçip zamanımızın olmadığından dem vuruyoruz.
Evlerimiz, dolaplarımız, mutfaklarımız, garajlarımız tıka basa dolu… Aldığımız onca şeye rağmen hayatlarımızda insan sıcağı ne yazık ki yok. İnsan sıcağı ne yazık ki satılan bir şey değil emek verilen bir şey. Satılsa eminim onu da depolardık.
Yeniden sade olanın dünyasına dönmek için, kalbimizdeki boşluğu maddenin karanlığıyla doldurmamak için, gerçek ihtiyaç olanla, ihtiyaçmış gibi dayatılmış olanı ayırt edebilmek için yeniden silkinmenin zamanıdır…
[email protected]