'Evrensel' Batı değerleri IMF'nin kapısından girmiyor


11 Eylül 2001'de Dünya Ticaret Mer-kezi'ne yapılan saldırıların ardından ABD'de ucuz para politikasının başlamasından sonra dünya ekonomisi tarihteki en "mutlu" makroekonomik dönemlerinden birisini yaşamaya başlamıştı. 2003-2004 yıllarından sonra, büyümenin hızlandığı, enflasyonun mikroskopla arandığı zamanlar IMF için tam tersine sıkıntılı geçti; böyle bir dönemde IMF'ye ihtiyaç yoktu. Ülkeler piyasalardan rahatlıkla borçlanırken IMF'ye başvurmaları için bir sebep kalmıyordu. 2004 yılında, Horst Köhler'in Almanya cumhurbaşkanı adayı olmak için IMF başkanlığından istifa etmesi böyle bir zamanda gerçekleşti. Yerine, PIMCO isimli dev varlık yönetimi şirketin üst düzey yöneticilerinden ve eski IMF çalışanı Muhammed el Erian, Citibank İcra Kurulu üyesi olan Stanley Fisher gibi isimler yakıştırıldı ancak pozisyonu kapan, adı uluslararası platformlarda pek de tanınmayan eski İspanya ekonomi bakanı Rodrigo Rato oldu. Hukuk eğitimi görmüş ve herhangi bir iktisat derecesi almamış olan Rato'nun çoğu doktoralı olan 2000'e yakın iktisatçının çalıştığı bir kurumda başkan olmasının sebebi, teknik değil uluslararası politikaydı. Artık kamuoyunun yakından bildiği gibi, birer ABD-Avrupa icadı olan Dünya Bankası ve IMF başkanlıkları sadece ABD ve Avrupa vatandaşı olan kişilere uygun görülüyor. 1947'de, "Bretton Wood kurumları" kurulurken pek bilinmeyen governance (Türkçeye "yönetişim" şeklinde pek de manalı olmayan şekilde tercüme ediliyor; biz de böyle kullanıyoruz) ilkeleri, 2000'li yıllarda en popüler yöneticilik, iktisat ve siyasi jargona girse de, başkanın nasıl seçileceği konusunda IMF'nin kapısından, henüz giremedi. Önceki dönemlerde olduğu gibi dünya kamuoyu yukarıda bahsedilen isimler üzerinde dururken, Washington'daki Avrupa büyükelçilikleri ve Avrupa başkentleri arasında seçim yapılıverdi ve Rato, IMF başkanı olarak atandı. 2007 yılına gelindiğinde Rato istifa edince aynı süreç tekrarlandı. Aynı isimler tekrar gündeme geldi: Mısırlı El Erian ve sonradan İsrail vatandaşı olan Zambiya asıllı Fisher. Ancak bu kez Fransa'da esen Sarkozy rüzgârı vardı. Sarkozy, iç politikada en önemli rakibi olan Dominique Strauss-Kahnaltın paraşütle ABD'ye göndermeyi yeğledi. En önemli uluslararası kurumlardan birisinin başkanı Fransız iç politikası tarafından belirlenmişti. Fransızların Amerikanvari bir kısaltmayla DSK diye nitelemeyi sevdikleri sosyalist Dominique Strauss-Kahn, öğrenci hareketleri, siyaset ve iş dünyasının içinde olmuş bir akademisyendi. Bakanlıkları sırasında yaygın bir özelleştirme programı uygulamış olması ve Brüksel'de Fransız sanayiinin lobiciliğini yapması pragmatik bir siyasetçi olduğunu gösteriyordu. Başarılı bir uzlaşmacı, kıvrak zekalı bir siyasetçi olması da Sarkozy'yi korkutan yanlarıydı. 2006 yılında Sosyalist Parti içinde Segolene Royal'e kaybetmemiş olsaydı başkanlık seçimlerinde Sarkozy'ye daha o zamandan rakip olacaktı. Rato ve Strauss-Kahn'ın IMF'ye, arka kapılardan başkan seçilmeleri, yaşlanan ve güçten düşen Avrupa'nın dünya ekonomisi ve siyasetinin üzerindeki sembolik rolünü kaybetmeme mücadelesinin bir sonucu. Avrupa, bu mücadelesinde, genelde alışık olduğu çifte standartlı siyasetini kullanmakta beis görmüyor. Bu sembolik postun bir Avrupalıda kalmasını istiyor. Daha önemli ve etkili olan baş ekonomist pozisyonunun bir Amerikalıda (önceden Hint asıllı R. Rajan da bu pozisyonu almıştı) olması Avrupa açısından önemli değil. Aday olmayacağını önceki gün açıklayan Kemal Derviş (ya da bu kez aday olarak yer almak istemeyen Erian ve Fisher ve bahis sitelerinde yer alan diğer gelişmekte olan ülke iktisatçılarının da) olası Avrupalı adaylardan teknik formasyon ve tecrübe açısından çok ileride olması Avrupa başkentleri açısından önemli değil. Ancak Avrupa bu postu ehil olana değil Avrupalı olana (ya da Avrupalı kabul ettiğine) vermek istiyor. Yani "evrensel" Batı değerleri Avrupa siyaseti elverdiği ölçüde evrensel. Acaba bu kez IMF başkan seçimi sürecinde bir düzelme olacak mı? Ekonomik milliyetçilik Ekonomik milliyetçilik zannettiğimiz gibi ölü bir kavram değil; özellikle Avrupa'da. New York'a gitseniz Strauss-Kahn'ın yaptığı gibi, bir Fransız Sofitel'inde kalmak aklınıza gelir mi? Siemens, Alstom gibi Almanya ve Fransa'nın "milli şampiyonu" olan dev şirketler yarı devlet gibi çalışır. Sarkozy başkanlığının ilk dönemlerinde "milli şampiyonlarına" ülke ülke dolaşıp altyapı işleri almıştı. Bu ülkeler, eski sömürgesi Cezayir'den Fas'a, Çin'den Suudi Arabistan'a kadar değişik kıtalarda yer alıyordu. Türkiye hangi grupta sınıflandırılsın? Bir ara, Türkiye'yi AB yolundaki Bulgaristan, Romanya gibi ülkelerle karşılaştırmak çok yaygındı. Türkiye'nin potansiyeli düşünüldüğünde bu tür karşılaştırmaların pek yerinde olmadığı belliydi ama yapılıyordu işte. Norman Stone 2005 yılında The Economist'in düzenlediği bir konferansta, "Türkiye'yi, Macaristan, Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerle aynı cümlede geçirme hatasını yapmayın; ille karşılaştıracaksanız, "olmaz ama hadi" İspanya ile karşılaştırın" türünden bir cümleyle seslenmişti Türk yetkililere. Şimdilerde CIVET gibi yeni icat edilen gruplamalarda Türkiye'yi Kolombiya, Vietnam, Güney Afrika gibi ülkelerle aynı gruba koyan iktisatçılar var yurtdışında. Norman Stone bu duruma ne derdi acaba?
<< Önceki Haber 'Evrensel' Batı değerleri IMF'nin kapısından girmiyor Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER