“Ak Saray” ın odalarına sıkışan bir kaç haftalık gündem, karbondioksit atmak için bütün kapıları zorluyor. Ama bunu masallardaki gibi dile kolay gelen “Bin oda” abartısına girmeden önce düşünmeleri gerekirdi. Bundan sonraki büyük nutuklarda bu ağır yükün farkında olarak cümlelerin kısa tutulması ve mümkünse mütevazi olması herkes için daha az kırıcı olur. Savunma refleksinde “Saray'ın masrafları önemli değil!” denirse, sayılarla arası iyi, zeki vatandaşlar benzinden elektriğe, telekominikasyondan ulaştırmaya ve oradan sağlık harcamalarına yansıyan rakamları üşenmeden önünüze seriverirler.
Saray'ın iç müştemilatı, İtalyan mobilyaları, Malezya'dan gelen zemin döşemeleri ve özel makam aracı olarak kullanılan Alman mühendislik harikaları Osmanlı'nın son dönemleri için rivayet edilen müsrif harcamalar gibi daha çok konuşulur ve muhabbetlere harç olmaya devam eder; kemiği yutmadan önce neye mal olacağını hesap etmeleri gerekirdi.
“Amerika'yı ilk keşfedenler...” hikayesi için nasıl bir girizgah bulunduğunu merak etmiyoruz. Avrupa sınırlarına girer girmez, genlerimizdeki fetih ve fatih ruhu hemen depreşiyor; dışarıdan yeni bir motivasyona ihtiyacımız yok. Futbol musabakalarından, sıradan AB görüşmelerine veya nezaket ziyaretlerindeki hasbihallere kadar “Avrupa duy sesimizi, postallarını ellerine veririz...” gibi ucuz retorikler hiç eksik olmuyor. Yabancı dinleyici ve izleyiciler arasında zeka seviyemiz ile alakalı ciddi şüpheler uyarırsak sonra dizlerimizi dövmeyelim. Amerika'nın ilk keşfi hikayesi de ortaokul ve lise eğitim seviyesinin bilgi kırıntıları. Dikkatleri Ak Saray'dan çevirmek için daha iyi numaralar bulunamıyor mu? İyi de bu danışmanlar ordusu ne yapıyor?
Teknolojinin ve buna vasıta olan bilimin kimsenin tekelinde olmadığı-zaten öyleydi, ama kabullenilmesi asırlar aldı- konuşulmayacak ve gündeme gelmeyecek kadar ortak kabuller arasında değerlendiriliyor. Günlük hayatımızın her köşesini tutan ve yaşantımızı kolaylaştıran araçları milli gurur nöbetlerine düşmeden, şovenişt endişelere yakalanmadan kullanıyoruz; işin tabii olanı da bu zaten. Önümde yıllardır kullandığım klavyeyi kimin icad ettiğini hiç merak etmedim ve araştırıp bulma imkanı da bu derece kolayken, bir kere olsun Google'a sormadım. Durduk yerde kendi kendimize hüzün pompalamanın, anlık duyguları galeyana getirmenin bir anlamı yok. Belki de günümüzün arz-talep objektifliğinde sunulan teknoloji imkanlarını, tarihi övünmeleri umursamadan kullanıyor olmak ve paylaşmak da iyi bir insani kalite. Naçizane bu seviyede kalınması kanaatindeyim.
Geçtiğimiz asırda müslüman mütefekkirlerin, müslümanların içine düştükleri durumu izah ederken, ikbal dönemindeki parlak örneklerden yola çıkmaları yaygındı. Geçmişi bilmek ve geleceği bu şanlı geçmiş üzerine bina etmek ve kopan parlak halkaları bir araya getirmek için nesillerin “Siz işte böyleydiniz. Kendinize gelin!” moralleri gerekiyordu. Batı bugün sahip olduğu bilim ve teknolojik seviyeyi Ortaçağda'ki müslüman fizik, kimya, matematik, coğrafya, astronomi ve felsefe dehalarına borçlu değil miydi? Bu konularda, daha çok ilimler tarihini hulasa eden hikaye dozajı yüksek, küçük kitaplar, “Batı'yı aydınlatan müslüman bilim adamları” genel başlığı altında ismen herkesin bildiği meşhur müslüman bilginleri ele aldı.
Gerçekten Batı'nın özellikle Endülüs, bugünün İspanya'sı, kanalıyla tanıdığı ve ehemmiyet verdiği müslüman bilim adamları batı ilimleri için vazgeçilmezdi. Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd üçlüsü ve İbn-i Bacce, Yunan Klasik felsefe metinleri için çok önemli, bilinen isimlerdi. İbn-i Sina, bu üçlü içinde zikredilince, Aristo'nun en önemli şarihlerinden sayılır. Batı'nın Avicenne'si, İbn-i Sina, tıb için de çok önemli ve dikkat çekiciydi. Gerçi bizde hala önemine inanılamadı, “Pratisyen hekimlerin bugün İbn-i Sina'dan daha bilgili oldukları” Şark kurnazlığı ve hazır cevaplığı daha hoşumuza gidiyor. Bir de arasıra İbn-i Sina'nın kitabından tercüme edildiği izlenimi veren “Şifalı bitkiler” formatındaki tecrübi (!) tıp bilgilerini unutmayalım; Avrupa üniversitelerinde dört-beş asır ders kitabı olan Kanun fi't-Tıb'a ve İbn-i Sina'ya alakamız bunlarla sınırlı. Hamasete ihtiyaç olunduğunda ise ihmal edilmeyen nutuk malzemelerinden.
İslam dünyasında, müslüman mütefekkirler için yitiğin tekrar telafisi çok önemliydi ama, realiteleri görüp ona göre tavır alınması gerektiğini de hatırlatmadan edemiyorlardı. Bir neslin yetişmesinde önemli gayretleri geçmiş bir Arap müellifi, “Ortaçağ'ın bizim için altın çağı günlerinden sürekli bahsediyoruz ve Batı Rönesans'ı üzerindeki tesirlerini anlatma ihtiyacı duyuyoruz. Bu gün gelinen noktada onların artık bize ihtiyacı kalmadı. Ama biz hala bunlardan dem vurmayı bırakamadık.” ikazında bulunmak zorunda kalmıştı.
Amerika'yı ilk keşfedenlerin kimler olduğu ilim adamları ve akademisyenler için merak konusu olarak kalmaya devam edebilir; bilim ve teknolojiyi, çoktan geride kalmış, bencillik ve aidiyet sınırlarında tutma eğilimleri, hamasi olmaktan çok ciddi zihni bulanıklığın izlerini taşıyor. O kadar zorlamaya gerek yok; Batı Rönasans'ını tetiklediklerinde neredeyse ortak kabul bulunan Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd biz de yıllardır yaprak kıpırdatmıyorsa, Amerika'yı keşfetmiş olmak da büyük bir fırtına koparmaz, fazla heveslenmeyin. 21. yüzyılda coğrafi keşifleri yeniden mi başlatacaksınız?
Siz böyle eski defterleri kurcalayıp oralarda bir şeyler ararsanız, başkaları da Ak Saray'ın İtalyan mobilya ve Malezya'dan gelen zemin döşemelerine ilişir ya da astronomik rakamları bulan Alman mühendislik harikası makam araçlarını diline dolayabilir; “Amerika'yı varın siz keşfetmiş olun, şimdi kullandığınız bize ait herşeyi de geri verin!” derlerse, Ak Saray için iyi mi olur? Dil bu kemiği yok ki!
Akif Coşkun