Tekkeler, misyonerler ve muhacirler

Hüseyin Odabaşı

Hüseyin Odabaşı

28 May 2024 01:52
  • Tekkeler, Misyonerler ve Muhacirler Son 10 seneden beri yaşanan baskı ve zulümler karşısında canımız kadar sevdiğimiz vatanımızı terk etmek zorunda kaldık. Cebri muhacirler olarak dünyanın muhtelif noktalarına dağıldık. 

    Bu hicretimiz ne anlama geliyor? Vatanını terk etmek dünyanın sonu mu? Yoksa zaten daha evvel yapmamız gereken bir sosyal ibadetin kazası mıdır? Tarihte bir yer değiştiren memleketinden göç etmek zorunda kalanlar sadece bizler miyiz? 

    Anadolu’yu yurt edinenler nasıl edindi? Osmanlı nasıl kuruldu? Yere göğe sığdıramadığımız Osmanlı Devleti'ni Orta Asya’nın muhacirleri kurmadı mı? Evet Osmanlı yıkılırken kabuğuna çekildi. Kabuğuna çekilmek hicret edememek demektir. Avrupa keşifleri yaşarken, dünyaya açılırken Osmanlı içine kapandı. Şu an yaşadığımız muhaceretleri, Osmanlı’da fevt edilen yani yapılması gereken fakat yapılamayan muhaceretlerin de kazası olarak görebiliriz.

     Anadolu'yu nasıl yurt edindiysek yeni gittiğimiz yerleri de öyle yurt edinebiliriz. Artık fetihler, zapt etmeler devri bizim için çoktan bitti. “Kılıç kınına girdi” demiyor mu Bediüzzaman Hazretleri. Entegre olarak diyalog seferberlikleri başlatarak gönülleri ve sosyal dokuları fethedebiliriz. “Medenilere galebe ikna iledir” prensiplerinden yola çıkarak çağa ve bulunduğumuz topluma entegre olmak vatan topraklarını ayak bastığımız yerlere kadar genişletmek demektir. 

    İşte Anadolu’nun ve Balkanların vatan toprakları haline getirilmesini tam da bu noktadan yakalamak gerekir. Moğol baskısından yer değiştirmek zorunda kalan Horasan erleri tekkeleri, zaviyelerini Orta Asya’dan söktüler Anadolu’ya Balkanlara monte ettiler. Halen daha onların ekmeğini yiyoruz. 

    Medreseler, tekkeler ve zaviyeler üzerinde vücut bulan sosyal örgütlenmeler

     Anadolu’ya gelenler sistemleri ile geldikleri için kalıcı oldular. Sadece askerle bir beldeye girenler yine başka bir askeri operasyonla gerisin geriye dönerler. 1402’de Ankara'da savaş oldu. Timur yendi Yıldırım esir düştü. Fakat savaşın galibi olan Timur’un devleti kendinden sonra parçalandı. Devam etmedi. Esir düşen Yıldırım Beyazıt’ın devleti olan Osmanoğulları ise asırlarca devam etti. İşte medreseler, tekkeler ve zaviyeler üzerinde vücut bulan sosyal örgütlenmelerin devleti ile ilay-i kelimetullahı hedefleyen bir mücadele tarzını benimsemiş olması Ormanlıyı asırların ötesine taşıdı.

    Peygamberimiz (sav) de Mekke'yi yaşanmaz hale geldiğinde terk etmesi gibi, ecdadımız da Orta Asya'da Moğol zulmü zirve yaptığında oraları terk etmek zorunda kaldı. Ecdadımız için Anadolu girip sığınılan bir Medine'ydi artık. 

    Süleymanlarla başlayan bu yürüyüş Sultan Süleyman’la devam etti 

    Aynı şekilde Anadolu'da kuruluşu başlayan Osmanlı, Medine’yi Balkanlara kadar taşıdı. Osmanlı, Süleyman Şahla (1236 Fırat nehri..) Anadolu'ya, Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa (1359 Bolayır) ile de Balkanlara açıldı. Kaderin tevafukuna bakın ki Süleyman Şah da Süleyman Paşa da bu kutsi hicreti gerçekleştirirken atlarının tökezlemesi sonucu vefat ettiler. Medine'yi Arap yarımadasından alıp Balkanlara kadar taşıyan ecdadımızdan Allah razı olsun. Süleymanlarla başlayan bu yürüyüş Kanuni Süleyman ile Avrupa'nın içlerine kadar ulaşarak zirveye ulaştı.

     Asya steplerinden gelen atlarımızı Anadolu'da, oradan da Baklanlara geçen Osmanoğulları'nı Balkanlarda kalıcı kılan sırrın, hakikatin üzerinde durmalı bir yerden bir yere göç ederken bu sırra riayet ederek gitmeliyiz.

     Napolyon kendini Fatih’le mukayese eder. Ve kendini ondan daha başarısız bulur. Neden? Çünkü Napolyon zafer kazandığı topraklarda kalıcı olamadı, Fatih ise her fethettiği yerde kalıcı oldu. 

    Tekke ve zaviyeleri yeniden değerlendirmekte fayda var 

    Demek aziz dostlar bir yere giderken kalıcılığı temin eden uzun vadeli olan tutum, davranış ve projelere önem vermeliyiz. Bu bakımdan Osmanlının kuruluş ve yapısında onu geleceğe taşıyan tekkeleri ve zaviyeleri bu açıdan ele alıp yeniden değerlendirmekte fayda var. Sır dinin öngördüğü şekilde sosyal yapıları bir hamur gibi mayalayan kurumlarda çünkü.

     “Moğol istilasından kaçan (M.S. 13. Asrın başları) pek çok sayıda şeyh ve mürid, komşu İslam devletlerine sığınıyor, bir kısmı da Anadolu'ya geçiyordu.” 

    (Tasavvuf ve Tarikatlar, Selçuk Eraydın) “Müverrih Aşık Paşazadeye göre Kayı Boyu’nun Anadolu’ya gelişinde dört temel unsur vardı:

    1. Gaziyan-ı Rum (Gaziler yani askerler, Silahlı kuvvet) 
    2. Ahiyan -ı Rum (Ahilik teşkilatı mensupları(esnaf) ve hukukçular) 
    3. Abdalan ı Rum (Dervişler, Horosan Erleri) 
    4. Bacyan-ı Rum (kadın önderler,)” (Y. Bahadıroğlu, Muhteşem Süleyman) 

    Askerlerin görevi belli savaş edip fetihler gerçekleştirmekti. Ahiyanın görevi hem adaleti temin etmek hem de ticareti kontrol etmekti. Abdalanın görevi toplumu dini açıdan eğitmek kalpleri ruhları dinin nuruyla nurlandırmak. Bacıyan-ı Rum Anadolu Bacıları demekti. Bir yer yurt olarak seçilirken kadınlar teşkilatı da ihmal edilmediğini görüyoruz. 

    Osmanlı sadece gaza eden askerlerle o beldelere girseydi Timur gibi Napolyon gibi çok fetihler kazanabilirlerdi ancak girdikleri o yerlerde kalıcı olamazlardı. Bacıyan-ı Rum'un yani kadınların da kendi aralarında modern ve sivil örgütler içinde yer alıp aktif olmaları gerekir.

     Bu dört sınıf arasında bir dayanışma ve bir tür bir birliktelik vardı. Osmanlının ilk sultanı Osman Gazi bir tekke şeyhi olan Şeyh Edibali'ye damat oldu. Tekkeler ve zaviyeler sadece halkın ahlak eğitimi ile meşgul olmaz gerektiğinde şeyhler, müritleriyle beraber savaşa, gazaya da katılırlardı. Örneğin Osmanlı ilk gazilerinin derviş mi asker mi olduklarını birbirinden ayırt etmek zordur. Gazi Hacı Evronoslar, Mihailler, Gazi Alpler ... 

    I. Murat, Yeniçeri Teşkilatını kurdu. Bu orduya Hacı Bektaş veli dua etti. Sadece sembolik bir dua mı? Hayır! Burada Yeniçeri ve Bektaşi birlikteliğinin temelini attılar. Her Osmanlı yeniçerisi Bektaşi tekkelerine manen bağlı olacaktı. Daha sonra temeli atılan bu ordu, manevi terbiyelerini Bektaşi tekkelerinden aldılar. Yani Yeniçeriliğini mana hamurunu Hacı Bektaşi Veli kendi elleriyle yoğurdu.

    Niyazı Mısri’yi tutuklatıp Limni Adasına sürgün ettiler 

    Bu mana erleriyle devlet adamlarının birlikteliği Osmanlının son dönemine kadar devam etti. Mesela; Ümmi Sinan’ın mürid -i hassı olan Niyazı Mısri talebeleriyle Avusturya seferine katılmak istedi, hazırlık yaptı. Fakat Sultan II. Ahmet’i ikna eden bazı devlet adamlarının araya girmesi ile bu sefere Mısri’nin katılmasına mâni oldular. Yetmedi ayak oyunları ile Onu tutuklatıp Limni adasına sürgün ettiler. Hazret, bu sürgün esnasında; “göğün dördüncü (veya üçüncü) katına öyle bir kazık çaktım ki o kazığı oradan benden başkası söküp çıkaramaz” şeklinde beddua ettiği dahi söylenir Osmanoğulları'na. Üstelik sefere katılmasına mâni olmak için Edirne Selimiye Camii’nde bir ayak oyunu ile onu tutuklatıp Limni adasına sürgüne gönderdiler. Biliyorsunuz Osmanlı’nın sonunu getiren Mondros Antlaşması (1918) Lİmni adasında imzalandı. 

    Yani anlaşılan o dur ki müritlerle şeyhlerin gerektiğinde savaşa katılma adeti, Osmanlı Devleti'nde uzun müddet devam etti. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri de Birinci Dünya savaşına Osmanlı hesabına talebeleri ile Gönüllü Süvari Alay komutanı olarak katıldı. 

    Bizim ulemanın kabahati, günahı cidden pek büyüktür 

    Fakat Mehmet Akif’in Necid çöllerine Arapların Osmanlı halifesine bağlılıklarını temin maksadıyla yaptığı seyahatte yaşadıkları ve gördükleri hacılar ve hocalar kesiminde gaza ruhunun ve İla-yı Kelimetullah anlayışının ne derece tavsamış olduğunu görür. Uzun tren yolculuklarında tanıştığı Hristiyan misyonerlerinin gayretlerini işaret ederek; “Ah nerde bizim ulemada bu gayret görülmüyor. Bir batıl için böylece hayatlarını vakfetmiş adamla, eğer ilim ve medeniyetin bayrağını tutan hakiki Müslümanlığın safında olsalardı emin olunuz, Cenab ı Hakkın dünya dini olarak bize ihsan buyurduğu hakiki Müslümanlık beşeriyeti aydınlatır. 

    Bu kavgalar, ihtiraslar, harpler kimler ve gayızlar devri son bulur ve bütün insanlık tam bir kardeşlik ve huzur içinde yaşar. Yeryüzünde elem ve ızdırap hissedilmezdi. Bizim ulemanın kabahati, günahı cidden pek büyüktür. Şu harp inşallah bitsin, bütün hayatımı bu gaye uğruna vakfedeceğim.” (Feridun Kandemir, Medine Müdafaası, 268) 

    Akif'in gayretsiz gördüğü ulema veya Osmanlı entelektüeli, sadece Ortadoğu'ya değil, Fetullah Gülen Hocaefendi’ye göre ta o zamanlar Avrupalılar gibi Amerika kıtasına gidip varlık emaresi göstermeli, meydanı boş bırakmamalıydılar. Fakat her kaçırılan ibadetin bir kazası vardır. Bugün belki cebri muhaceretlerle atalarımızın yerine getiremedikleri sosyal ibadetlerin kazasını yapmış oluruz. İnşallah!
    28 May 2024 01:52
    YAZARIN SON YAZILARI