Batı felsefesinde bireysellik önemlidir ve üzerinde durulan bir husustur. 1950’lerden sonra çok pompalandı: “Kadın-erkek herkes kendi ayakları üzerinde durmalıdır. İnsan, kendisinin hiçbir kimseye muhtaç olmadığının bilincinde olmalıdır. İçindeki gücü ve o gizli devi uyandırmalı, o müthiş kuvveti ortaya çıkarıp bireyselliğin muhteşem gücünden istifade etmelidir.”
Halbuki hiç düşünmüyorlar ki, yoktan var olmamız için Cenab-ı Hakkın kudretine, merhametine ve hikmetine muhtacız. Doğduk çok âciziz, annemize muhtacız… Yaşlanınca bakıcılara muhtacız. Her zaman eşe dosta ihtiyacımız var…
Almanya’ya geldiğim günlerde bir arkadaşımız demişti ki: “Kızımın durumunu öğrenmek için öğretmenine gitmiştim. Bana, ‘Böyle öğrenci olur mu?’ dedi. Ben de ‘Ne oldu? Size karşı bir saygısızlık mı yaptı?’ diye sordum. Dedi ki: ‘Yok… Pısırık… Aslında tam birey olması için zaman zaman: -Kapa çeneni be öğretmen, diyebilmeli…’ Ben de ‘O zaman bana da: -Baba yeter artık kapa çeneni’ demeye başlar. Biz böyle saygısız gençlerin yetişmesini istemiyoruz. Yanlış bir şey yapmış isek; ‘Efendim, öğretmenin mesele şöyledir desin. Babacığım işin aslı, gerçeği budur, diye ikaz etsin. Yoksa, kapa çeneni demek hiç yakışık almıyor.’ dedim.”
Maalesef bireysellik aile çekirdeğini karı-kocadan ibarettir diye ikiye indirdi. Ardından bütün semâvî dinlerin kırmızı çizgisi olan nikah kaldırıldı, sanki yok sayıldı. Böyle bir yaşayış biçimi gençlerde her şey, zevkten, haz almaktan ibaretmiş bir anlayışı kamçıladı. Artık çocuk yetiştirmek ağır bir angarya imiş gibi anlaşıldı. Arkadan nesiller yeteri kadar gelmez olmaz oldu. Yaşlı bir nesille karşı karşıya kalan Batı ülkeleri bu problemi aşmak için yaşlılar, yalnızlar, kapısı çalınmayanlar için İngiltere’de olduğu ve Almanya’da düşünüldüğü gibi yepyeni bir Bakanlık kursalar da problem tam çözülmüş olmuyor… Ayrıca ince eleyip-sık dokuyarak göçmen almak için kapıları açtılar. Ama bir baktılar, mültecilerin yüzde 80’i Müslüman ülkelerden hem de doğurgan… Bunun neticesinin nereye varacağını hesaplamışlar. Netice yüzde 50 olacağını ihtimal dahilinde görüyorlar. Meseleye Garb dünyasında kaderin garip tecellileri olarak da bakabiliriz. Durum böyle olunca, gelecekte Avrupa’da nasıl bir Müslümanlık olması gerektiği üzerinde fikir yürütürken, İran, Suud Müslümanlığı, selefilik, vehhabilik ve radikal anlayışlar uygun bulunmamış. Sonra M. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Hizmet Cemaatinin yaşayışı daha makul görülmüş. Çünkü 1994’te kurulan Gazeteciler Ve Yazarlar Vakfı ile Türkiye’deki Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, Laik-antilaik, Müslüman-Hıristiyan düşmanlığını körükleyen, durmadan, kin ve düşmanlık tohumları ekmeye çalışanlara karşı diyalogların geliştirilmesi dikkatleri çekti… Abant Toplantılarında bütün grupları bir araya getirme çalışmaları, dinler arası diyalog gayretleri bütün dünyanın dikkatini çekmişti. Bilhassa 15 Temmuz 2016 komplosunda zulüm ve gadrin en kötüsüne maruz kalmalarına rağmen hiçbir ferdinin karşılık vermemesi, cemaatin en büyük testten geçmesi ve başarılı olması olarak değerlendirildi.
Bu başarıda, Hocaefendi’nin ta başta “Eğer ben camide vaaz ederken, hutbe okurken gelseler beni öldürüp etlerimi parça parça edip sokaklarda köpeklere yedirseler bile asla karşılık vermeyecek, intikam almayacaksınız, eğer böyle bir şey yaparsanız Âhirette Allah’a hesap verirken iki elim yakanızda olacaktır!..” uyarıları, defalarca tekrarlanmış ve zihinlerimize kazınmıştır. Bizim en hassas durumumuz eşlerimiz, kızlarımız ve çocuklarımız olduğu halde, onlara en olmadık zulüm ve işkenceler yapılmasına asla ve kat’a kimseye kötülük karşılık verilmemesinin asıl sebebi budur. Bunu bütün cihan artık anladı ve bu imtihanı yüz akı ile veren Hizmet mensuplarına, zâlim ve gaddarların iftiralarına rağmen dünyada saygı gösterilmektedir.
Bu hususta M. Fethullah Gülen Hocaefendinin bir soruya verdiği cevabı da sizlere arz edelim:
Genellikle zarafet gibi, incelik gibi şeyleri günlük yaşamımızda artık kullanmıyoruz. Kimse kimseyle bir araya gelmiyor, paylaşmıyor. Eskiden tekkeler belki de bu inceltme işlemini yapıyorlardı. Yetişkin eğitimi yerine geçen bir şey. Türkiye hoşgörüyü dış işlerinde kullanarak bir yere varabilir mi? Avrupa Topluluğu'na girmeli miyiz?
Hoşgörü olunca herkese, her düşünceye açıksınız demektir. Eğer arada uçurumlar meydana getirilirse entegrasyonun avantajlarından mahrum kalırsınız demektir. Biz Batı'nın bizim için avantaj sayılacak çok yanlarından mahrum kalmışızdır. Amerika'nın bize kazandıracağı avantajlarından mahrum kalıyoruz. Soyut, kuru bir Doğu'dan söz ediyoruz, doğrudur. Batı'nın yanında Doğu tutulmalı ama Doğu diye de şu anda çok yüceltilecek bir şey görünmüyor ortada. Hoşgörü, insanlar ve medeniyetler arasında müspet bir alışveriş sağlayacak öyle bir köprü ki, onun yanında her şey cılız kalıyor. Çok açık ve net olarak söyleyebilirim, Avrupa ile entegrasyonu gerekli görüyorum ben. Gelecekte daha ciddi beraberlik olacaksa, bunun içine planlı programlı girilirse şayet, bizim için olumlu olur. Bizi mecburi istikametler zorlarsa işin içine plansız itilmiş oluruz, içinde bulunduğumuz dünya bu dünyaya göre teşekkül eder ve biz çok mağdur oluruz. İkincisi, böyle bir entegrasyonun Allah nezdinde bir kıymeti varsa; ameller niyetlere göredir. Baştan işe kendi irademizle, isteğimizle girmeli ve irademizi kullanmalıyız. İçine gireceğimiz dünyada bizim de diyeceklerimiz vardır, pazarlıklarımız vardır. Biz entegrasyona evet diyoruz ama bizim de şartlarımız vardır. Vakum bizi yutarsa eğer, Allah korusun yaşadığımız tarihi tekerrürleri 21. asra girerken bir defa daha yaşamış oluruz.