İnsanlar


İnsanları korkunç ölümlerle öldürüyoruz. Dağlarda, ovalarda, kamplarda, karakollarda Türk ve Kürt gençler vurularak, parçalanarak ölüyorlar. Madenlerde madencilerimiz yanarak, boğularak, ezilerek ölüyorlar. Bu insanlar, ölmemeleri mümkünken ölüyorlar. Türkiye’nin yöneticileri, en kolay harcanacak “malzeme” olarak insanı görüyorlar. Biraz çabayla, biraz parayla çözümlenebilecek sorunları çözmeden bırakıyorlar ve o çözülmemiş sorunlar insanları kurban alıyorlar. Başbakan Erdoğan’ın Zonguldak’ta yaptığı konuşmada, “oralarda bu tür kazaların hep olduğu, hep de olacağı” anlamında bir boyun eğmiş yaklaşım vardı. Halbuki “ölmeleri” gerekmiyor o insanların. Eğer Avrupa’da en çok maden kazası olan ülke Türkiye’yse bir şey yanlış yapılıyor demektir. Bugün Süleyman Yaşar, yanlışın nerede olduğunu gösteriyor. Bir madende çalışan insanların hayatları, dört yüz bin liralık bir yatırımla kurtarılabilirmiş. O parayı harcamamışlar, o aletleri almamışlar ve insanların ölümüne göz yummuşlar. Çin, bu konuda daha da akıllı bir yöntem bulmuş. Bir maden işçisi öldüğünde, o madeni çalıştıran, ölen işçinin ailesine çok büyük bir tazminat ödüyor. O madencilerin ölmemesi için yapılacak harcama, o işçinin ölümü halinde ödenecek paradan az olduğu için “maden işleticileri” önlemleri alıyorlar. Biz böyle yapmıyoruz. Ne 400 bin lira gibi bir para harcıyoruz, ne ölen işçilerin ailelerine ödenecek büyük tazminatlar getiriyoruz. Çünkü biz insanların ölümüne alışkınız. Ölmelerine aldırmıyoruz. Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de ölenlerin hesabı sorulmamış, hiçbir yöneticinin başı “ölen insanlar” yüzünden derde girmemiş. Bir grizu patlamasında ölmek ne demek biliyor musunuz? Bu, yatağında huzurla son nefesini vermeye benzemiyor. Aniden büyük bir alev topu patlıyor. Toprak altındaki labirentler sarsılıyor, toprağı tutan direkler devriliyor, binlerce ton toprak daracık dehlizlere doluyor. Ya alevlere kaptırıyorsunuz kendinizi, kendi etinizin kokusunu duya duya kavrularak ölüyorsunuz. Ya bir direk düşüyor üstünüze, kırılan kemiklerinizin acısını hissederek yavaş yavaş ölüyorsunuz. Ya da tonlarca toprak yığılıyor üstünüze, ağzınıza burnunuza toprak doluyor, boğuluyorsunuz. Bütün bunlardan kurtulursanız, karanlığın içinde saatlerce, günlerce, aç, yorgun, korku dolu yardım gelsin diye bekliyorsunuz, bazen o yardım hiç gelmiyor. Biz ne kadar çok insanı bu ölümlere teslim ettik, biliyor musunuz? Hiçbir önlem almadık. İngiltere’yle Almanya gibi bu madenleri kapatıp, kömür bölgelerinde yaşayanların hayatlarını kazanmaları için yatırımları başka alanlara kaydırabilirdik. O bölgelerde balıkçılığı, hayvancılığı, tarımı, sanayiyi destekleyebilirdik. Bunu önerenler oldu. Kimse onları dinlemedi. Dinlemeyenler, karşı çıkanlar arasında “ekmek paralarını” kaybedeceklerinden korkan işçiler de vardı. Madenleri kapatmadık. Tuzla tersanelerini kapatmadığımız gibi. Madenleri kapatmıyorsak, Çin gibi yapıp, maden güvenliğini arttırabilirdik, onu da yapmadık. İnsanları ölüme bıraktık. Onları öldürmek, para harcamaktan da, çaba sarf etmekten de, proje üretmekten de kolaydı. Devleti yüceltip insanı sefil eden bu korkunç sistem, bütün dikkatini, bütün varlığını, bu çarpık sistemi sürdürmeye adadığından, insanlara hiç aldırmadı. İnsanlar korkunç ölümlerle ölüyorlar. Dağlarda, ovalarda, kamplarda, karakollarda, yollarda, madenlerde ölüyorlar. İnsanları öldüren bu düzeni savunmak için devletin koynunda çeteler barındırıyorlar, darbeler hazırlıyorlar, muhtıralar veriyorlar, partiler kuruyorlar, entrikalar çeviriyorlar ama insanları kurtarmak için kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. Madencilerin ölümünü engelleyecek 400 bin lirayı harcamıyorlar. Madenleri kapatıp, oralarda çalışanlara yeni bir hayat kuracak projeler hazırlamıyorlar. Burada herkes devletin sahibi olmaya uğraşıyor, insanlar sahipsiz kalıyorlar. Biz, hepimiz, kendi hayatlarımıza sahip çıkana, her insanın devletten daha önemli olduğunu söyleyene kadar bizi her yerde, her zaman öldürmeye devam edecekler.

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER