'Benim ebemin adı savaş'

Benim ebemin adı Savaş!’ diye başlıyor, Iraklı Emel Selman’ın günlükleri.


Bush’un gereksiz ve gerekçesiz savaşı, Emel ve ailesini, oturma odasından, yatak odalarından çıkarıp kimi zaman farelerin cirit attığı bodrum katına yollamış. ‘Acaba Amerikalıların gelişi Irak için iyi mi olacak? Herkes bu soruyu soruyor... Ama cevabını bilen yok!’ diyor Emel, günlüğünün ilk sayfalarında. Kalemi eline aldığında daha on üç yaşındaymış. Şimdi ise yirmisinde. ‘Eğer bir yabancı Bağdat’a barış için geliyorsa, onu bir kardeş gibi bağrımıza basarız. Yok düşman olarak girmişse ülkemize, kadın erkek, çoluk çocuk hep birlikte ona karşı savaşırız. Taş atarız. Taş bulamazsak tencere tava.’ Savaş başlamasıyla bitti. Günlüğüne 9 Nisan 2003’de kısacık bi not düşmekle yetindi Emel: ‘Ve işte... Bağdat Amerikalılara teslim oldu!’ Kent mapus damında yeni salınıverilmiş bir mahkum gibi, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı bi süre. Ve Emel yazdı: ‘Demokrasiden söz ediyorlar? Nerede demokrasi? İnsanların açlıktan, yokluk ve korkudan öldükleri bi yer mi yoksa?’ Ağabeyi Muhtar El Sadr’ın tayfasına katıldı bi süre sonra. Mahallesi neredeyse yerle bir oldu patlayan bombalardan. Yaralananlar arasında kızkardeşi Hibba da vardı. Sağ kolunu bir şarapnel parçası koparıvermişti gün batımında. Okul arkadaşları ona yeni bi ad taktı:’Şarapnel Hibba!’ O zamanlar daha 11 yaşında olan erkek kardeşi Mahmut, sokakta yatan cesetlerin üzerinden zıplayarak eve geldiğinde bir gün, boyundan çok ama çok büyük bir laf edecekti: ‘Ölüm amma da ucuzlamış Bağdat’ta ha!’ Emel, artık ondan bundan duyduklarını bir papağan gibi yinelemiyordu günlüğünde. Ülkesinin başına gelenleri sorguluyordu: ‘Eğer Amerikalıların gelmesi iyi oldu dersem, ‘geldiler de hayatımız mı değişti? Daha mı rahatız şimdi? diye soruyorlar. Saddam daha iyiydi diyecek olsam, ‘Ne? Kafası bozuldu mu koca mahallede kim var kim yok, topunu kılıçtan geçirirdi!’ diye haykırıyorlar yüzüme. Ne diyeceğimi şaşırdım!’ Her gün onlarca kişi ölürken Emel, şunları yazdı günlüğüne: ‘Sahnede oynanan bi oyun bu. Yaşam iyi değil. Kötü de değil. Sanki bi oyun!’ Savaş bitti. Amerkan askerleri yavaş yavaş gidiyor Iralk’tan. Ve Emel yazıyor: ‘Ağabeyimi sekiz ay önce göz altına aldılar. Nedenini bilmiyoruz. Sorsak da söyleyen yok... Bugün başucuma Real Madrit’in ve Beckham’ın resimlerini astım. Fatma Ablam çok kızdı. O Barcelona’yı tutuyor... İlaç yiyecek çok pahalı... Rahmetli babamın ailesi çok zengin ama bize hiç yardım etmiyor... Yaşamın acımasızlığı günümün bir parçası oldu artık!’ Günlüğünün son satırıysa şöyle: ‘Artık benim de kurallarım var. Ben on gün yas tutuyorum, on gün mutluluktan havalara uçuyorum. Eğer gereğinden çok güldüysek, biraz olsun ağlamamız gerek. Mutluluk ve hüzün. Kahkaha ve göz yaşı... Her zaman birlikte.’ HAYAL VE NİLÜFER Nilüfer son CD’sini yollamış. Adı da Hayal... Küçük de bir not var altında: ‘Hayalini gerçekleştir ki, gerçeğe olma hayal.’ CD’nin kapağındaki fotoğraf Nilüfer’i çok iyi tanımlıyor. Gözleri uzaklarda bi yerlere bakıyor... Gülümsemiyor dudakları. Hüzün var oturuşunda, bakışında. Ya da bana öyle geliyor. Hele bi dinleyelim bakalım, hüzün mü taht kuracak yüreğime neşe mi? Dinledikten sonra görüşürüz nasılsa. Kemal Sunal için bir daha ‘Kıymetli Aziz Üstel Hopa üzerinden Batum’a gitmek üzere ekip olarak yola çıktık 2000’de. Balalayka ekibi. Sabah erken saatler, otobüsün telefonu çaldı. En ön koltukta konuşmayı dinliyorum: ‘Ne olmuş? Uçakta mı olmuş? Peki. Ölmüş mü’ Şoför sürekli soru soruyor. Arkadaşlar var o uçakta. Biletlerini kendi ellerimle gidip almışım acentadan. Kemal Sunal, Ali Özgentürk, oyuncular, ses şefi, ışık şefi. Sonra, yeşil bir Mercedes, otobüsün önünü kesiyor. Gelen ototbüs firmasının sahibi. ‘Başınız sağolsun!’ diyor. Orada, öyle kalakalıyoruz. Trabzon görünüyor. Sabah sisleri içinde dağlar falan. ‘Vazgeçmedik, gittik Batum’a. Bana göre çok da güzel bir film oldu. Her izlediğimde Kemal Sunal’ı anarım. Doğru düzgün tanışmamış olsam da, özlerim, üzülürüm. Nur içinde yatsın. ‘Selamlar ve saygılar Selma Koçoğlu (Balalayka Film Yapım Sorumlusu) (Teşekkür ederim Selma Hanım, Sevgili Kemal’i bir kez daha anma fırsatı verdiğiniz için.) OSMANLI KÜLTÜRÜ VE TERBİYESİ ‘Geçenlerde Bursa’daydım. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucularının türbelerini ziyaret ettim. İçeride küçük bir camii var. Caminin köşesinde bir oyuk. Oradaki görevli bunun ‘sadaka taşı’ olduğunu anlattı. İhtiyacı olan gelir, bu sadaka taşının altından, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Zamanında bi Fransız gezgin inanmamış: ‘Olur mu böyle saçma şey!’ Tutmuş sadaka taşının altına dokuz altın bırakmış. Ertesi gün geldiğinde bakmış taşın altında yedi altın duruyor. Gelen ihtiyacı olan iki altını almış sadece. O sadaka taşından para alanlar, bunu borç niyetine alır, durumları düzelince de iade ederlermiş. ‘Nasıl bir kültür değil mi? Hayran olmamak mümkün değil. ‘Osmanlı kültürü, bu tür nice örneklerle dolu. Örneğin Fatih Sultan Mehmet bir Vakıf kurmuş. Parasını da kendi karşılamış. Vakfın görevlileri bi tek iş yapıyor. Yoldan geçen biri yere tükürürse, gidip tükürüğü kireçle örtüyor. Pislik bulaşmasın onun bunun çarığına diye.. ‘İstanbul’da leyleklerin göç mevsiminde, bi evin bacasına leylek yuva yaptı mı, ev halkı o saat ocak yakmayı kesermiş. Niye? Leylek rahatsız olmasın diye... Düşünün hele dedikodu yapmak yasak, komşusu açken tok yatmak yasak, akrabaya yardım etmek zorunlu, emanete hıyanetin cezası büyük, biriyle dalga geçmek, onu aşağılamak, kibirli olmak ayıp ki ne ayıp... Sözüne sadık olmak zorunlu, zulümse yasakların en büyüğü1.’ (Antalya’dan Erol Topbaş’a teşekkürler.) BİLMECE Beyaz olup da paçandan içeri dalarak yukarı doğru tırmanana ne denir? Sapık bir pirinç tanesi! (Kartal’dan Mert’e teşekkürler) Fillerin niye her tarafı kırış kırıştır? Sen hiç hayatında bi fili ütülemeye kalktın mı? (Cevat Bey’e teşekkürler)
<< Önceki Haber 'Benim ebemin adı savaş' Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER