Türkiye’nin müzakere tarihi aldığı 2004
Aralık zirvesinin perde arkası dahil, üyelik pazarlıklarını,
Almanya’nın verdiği tam desteği Schröder’in kaleminden birebir yayınlıyoruz.
Türkiye karşıtı
politikalar
prim yaparken, Türkiye’yi
desteklemekle azınlığa itileceğimi biliyordum. Ama
Avrupa yolunda büyük çaba sarf eden Türkiye’ye tam destek verilmesi gerektiğine karar verdim.
AB’ye sıkıca entegre edilmiş bir Türkiye, Avrupa’nın
İslam Dünyası ile ilişkilerinde belirleyici rol üstlenebilir.
Türkiye’den göç akını olacağı korkusu yersiz. Zira uzun bir geçiş döneminden sonra iş gücünün serbest dolaşımına izin verilecektir.
Türkiye’ye karşı adil davranmak,
Kıbrıs sorununun, birleşmeyi engelleyen
Güney Kıbrıs’ın tutumundan kaynaklandığını kabul etmeyi de gerektiriyor.
BAŞBAKANLIK yaptığım dönemde Avrupa politikası konusunda karar vermekte en çok zorlandığım sorunlardan biri Türkiye ile üyelik müzakeresinin başlatılmasıydı. Bundan dolayı iç politikada ortaya çıkabilecek sorunları biliyordum. Hıristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU), birkaç kişi hariç, Türkiye politikasında ters bir yön çizmeye başladı. 16 yıllık
Helmut Kohl hükümeti, en azından resmi olarak,
Kopenhag kriterlerini yerine getirdiği takdirde, Türkiye’ye
AB üyeliği yolunun açılmasını ve müzakerelerin başlatılmasını öngören AB kararlarına bağlı kalmıştı. Muhalefete geçince, iç politikada prim getiren Türkiye karşıtı politika uğruna, verilen sözleri unuttular. Türkiye’nin üyelik isteğini kararlı bir şekilde desteklemekle,
toplumsal azınlığa itileceğimi biliyordum. Nitekim kamuoyu yoklamaları da, bunun böyle olduğunu gösteriyor. Almanya’nın Avrupa politikasının kararlılıkla izlenmesi ve Avrupa yolunda büyük çaba sarf eden Türkiye’ye tam destek verilmesi gerektiğine karar verdim.
TÜRKİYE AVRUPALI’DIR
Türkiye’nin Avrupa’da ve Avrupa için önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Dönemin
Finlandiya Devlet Başkanı Ahtisaari’nin başkanlığındaki Türkiye Komisyonu’nun hazırladığı etkileyici
rapor (
Eylül 2004), benim yaklaşımımı destekleyici nitelikteydi. Rapor, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olup olmadığı konusuna şöyle açıklık getiriyordu: "Türkiye, Avrupa kültürü ve tarihine yakın olan, yoğun bir şekilde Avrupa’ya yönelen bir
Avrasya ülkesi olarak görülmelidir. Türkiye bu yönüyle
Kuzey Afrika ve
Ortadoğu’daki ülkelerden farklıdır. Türkiye’ye karşı temel çekinceler, üyelik için ilk başvurduğu 1959 yılında, ikinci kez başvurduğu 1987 veya Türkiye’ye
adaylık statüsü verildiği 1999 yılından önce öne sürülmeliydi."
Gergin zirve
Aralık 2002’de Kopenhag’daki dörtlü zirveye Erdoğan AKP lideri,
Abdullah Gül ise
Başbakan sıfatıyla katılmıştı. Schröder ve Chirac’lı zirve oldukça gergin geçmişti. Chirac, Erdoğan’ın
Fransız mallarının boykot edilebileceğine yönelik sözlerini gündeme getirmiş ve Türkiye’nin üyeliği ile ilgili ABD baskısından şikayet etmişti. Türkiye’ye Aralık 2004’te müzakere tarihi verileceği kararı çıkmıştı.
Göç korkusu yersiz
Türkiye’den bir göç hareketinin başlayabileceği endişeleri yersizdir. Zira uzun bir geçiş döneminden sonra iş gücünün serbest dolaşımına izin verilecektir. Böylelikle hükümetler, Türkiye’nin tam üyeliğinden yıllar sonra da göçü
kontrol edebilecekler. Daha önce yapılan müzakerelerden edindiğimiz tecrübeler, nüfusu giderek yaşlanan Avrupa ülkelerinde
işgücü açığının büyüdüğü ve mevcut sosyal sistemin ayakta kalması büyük ölçüde göçe bağlı olacağı bir dönemde Türkiye’den gelecek göçün nispeten makul ölçülerde kalacağını gösteriyor.
Enerji ihtiyacımızda Türkiye’ye güvenebiliriz
Türkiye’nin tam üyeliğinin stratejik önemi, siyasi açıdan verilen sözden daha belirleyicidir.
Asya ve Avrupa arasındaki eşsiz jeo-politik konumu, Avrupa’nın enerji ihtiyacının karşılanmasında güven vermesi ile siyasi,
ekonomik ve askeri ağırlığa sahip olması açısından Türkiye, AB için büyük bir kazanımdır. AB’ye sıkıca entegre edilmiş bir Türkiye, Avrupa’nın
İslam Dünyası ile ilişkilerinde belirleyici bir rol üstlenebilir. Türkiye için AB üyeliği, Batılılaşma yolunda ilerlediğinin kanıtı olacaktır. Türkiye bu sayede, geri dönüşü olmayacak şekilde,
modern ve demokratik bir toplum yapısına dönüşme güvencesine sahip olacaktır.
Bush’un Tanrı korkusundan korktum
GERHARD Schröder kitabında, ABD Başkanı
George Bush’tan "Tanrı’nın adını o kadar çok andı ki, kararlarını dinin etkisi altında aldığından endişe duydum" diye söz ediyor.
11 Eylül’de ABD’ye yapılan saldırılar yüzünden
gözyaşı döktüğünü
itiraf eden Schröder, Başkan Bush ile görüşmesinin şöyle anlatıyor:
"İçinde bulunduğumuz rahat konuşma ortamına karşın, Başkan’ın sık sık tanrı korkusunu telaffuz etmesi ve tanrıdan en yüksek otorite diye söz etmesi beni endişelendirdi. Birinin
dindar olmasını, tanrıyla diyaloğa girmesini ve dua etmesini anlarım. Ama bence siyasi kararların tanrıyla diyaloğun ardından alındığının söylenmesiyle, ortaya problemler çıkar. Çünkü eğer kararlar böyle alındıysa, kararı alan kişi bunun eleştiriler yoluyla değiştirilmesine karşı çıkar. Çünkü bu kararlar değiştirilirse, tanrının verdiği görevlerin yerine getirilmediği inancı doğar. İşte ben bu dini mutlakiyete,
Amerikan Başkanı ile 2002 yılında yaptığımız görüşmede
tanık oldum. Sadece özel görüşmelerimizde değil, kamu önünde de aynı dini mutlakiyet sürdü."
Kilise v
e devletin ayrı tutulmasına inandığını vurgulayan Schröder, şöyle devam ediyor: "Haklı olarak, bu ayrımı yapmayan İslam ülkelerini eleştiriyoruz. Ama Amerikan Hıristiyan köktendincilerin
İncil’i yorumlamalarını ve laiklikle bağdaşmayan (İslam ülkeleri gibi) davranma eğilimlerini gözardı ediyoruz."
Chirac’a övgü
Türkiye, üyelik süreci sonunda "Avrupalı kimliği" konusunda tüm devletleri ikna etmek için çaba sarf etmelidir. Bu süreçte Avrupalılar, hararetli tartışmalarda yola taş koymak yerine, Türkiye’yi desteklemelidir.
Fransa’da Avrupa Anayasası’na "
Hayır" denilmesinin arkasında, AB’ye tam üye olmasıyla birlikte bu ülkede işyerlerini tehlikeye sokacağı ve gelir düzeyini düşüreceği iddia edilen Türkiye konusunun da yattığını görmemek mümkün değil.
İşte bu noktada
Jacques Chirac’tan büyük bir övgüyle bahsetmem gerekiyor. Zira kendisi Almanya’nın izlediği Türkiye politikasına alenen destek vermiştir.