Devlet eliyle indirilen en ağır darbe!

Kâzım Güleçyüz, Türkiye'deki yıllardan beri yaşanan sıkıntının en önemli sebeplerini sıraladı..

Devlet eliyle indirilen en ağır darbe!

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz'ün yazı dizisinin üçüncü bölümü... * İşte Türkiye'deki sıkıntının en önemli sebeplerinden biri bu. Yaşanan sancıların temelinde devleti asıl, bireyi gerektiğinde kolayca feda edilebilecek bir detay olarak gören anlayış yatıyor. * Ama çok şükür ki, temelde aynı ortak inançları paylaşmanın getirdiği kardeşlikle bin senedir iç içe beraber yaşayan toplum, ortak bağlarına bizzat devlet eliyle indirilen ağır darbelere rağmen, özellikle manevî hizmetlerin destek ve katkısıyla, sağduyusunu ve birliktelik iradesini koruyarak, tehlikeli fitne ve tuzakları boşa çıkardı. * Bu süreçte Türkiye'nin önemli bir şansı da, 1950'de çok partili demokrasiye geçerek tek parti diktasından kurtulması ve demokrat iktidarın, Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere halk nezdinde büyük itibar ve ağırlığı olan kanaat önderlerinden aldığı güç ve destekle, hak ve hürriyetler üzerindeki baskıları hafifletmesiydi. * Ki, Bediüzzaman'ın yaptığı da bu. O, tarihî bir dönemeçte “Millet tenvir ve irşad edilmelidir” diyerek çıktığı yolda, öteden beri seslendiregeldiği akıl, hikmet ve duygu yüklü birleştirici kardeşlik mesajlarını, maruz bırakıldığı dayanılmaz haksızlıklar karşısında bile daha güçlü vurgularla tekrarlayarak, bu mânâya büyük katkılar sağladı. * Sonrasında yapılan her darbe, durumu daha da kötüleştirdi. En tahripkârı ise 12 Eylül oldu. Ve sokakları kan gölüne çeviren anarşi ve terör belâsına son verme gerekçesiyle yapılan 12 Eylül darbesinin zehirli meyvelerinden biri, otuz yıla yakındır devam eden PKK terörü oldu. Bu yapılanlarda iki noktanın özel önemi var. * Biri, gerçekte din ve vicdan hürriyetinin teminatı olması gereken laikliğin, tam tersine aktif ve azgın bir din karşıtlığına dönüştürülen jakoben, baskıcı ve dayatmacı bir laikçilik şeklinde uygulanması. * Diğeri, milliyetçiliğin, Kürt kimliğini reddeden bir Türk ırkçılığına dönüştürülmesi. Bölünmez bütünlük demokrasiyle korunur Bugün kendisini terörle ortaya koyan “bölücülük” en önemli İç tehditlerden biri haline geldiyse, en büyük sebebi, “bölünmez bütünlük” adı altında herkesi tektipleştirmeye çalışan ve hukuku hiçe sayan dayatmacı uygulamalardır. BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜK Devletin ve askerin değişmez iki kırmızı çizgisinden biri “bölünmez bütünlük” olarak ifade ediliyor. “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ifadesi, her fırsatta tekrarlanan kalıplardan biri. Bu bağlamda, 2009 yazında “demokratik açılım” projesinin gündeme getirilmesinden sonraki ilk MGK toplantısını takiben yapılan açıklamada “Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü pekiştirmek, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığı eşgüdümünde yapılan çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir” ifadesi yer almıştı. Aslında bu cümlenin kurgulanış biçimine dikkatle bakıldığında, yine problemli bir durumun söz konusu olduğu fark edilebilir. Çünkü ilk sıraya devleti koyup ülke, millet, kişi, toplum diye devam eden bu silsiledeki yaklaşım, fıtratla, sosyal gerçeklerle ve çağın anlayışıyla bağdaşmıyor. Birinci önceliğin evvelâ birey olarak insana verilip, ondan sonraki sıralamanın bireylerin oluşturduğu toplum, onların birlikte yaşadığı vatan ve o vatandaki devlet organizasyonu şeklinde tanzimi, çok daha mâkul ve uygun düşerdi. İşte Türkiye'deki sıkıntının en önemli sebeplerinden biri bu. Yaşanan sancıların temelinde devleti asıl, bireyi gerektiğinde kolayca feda edilebilecek bir detay olarak gören anlayış yatıyor. “Bölünmez bütünlüğün korunması” isteniyorsa, bunun en büyük güvencesi, her bir ferdin vicdanı, gönlü ve aklıyla, bu topraklarda birlikte ve kardeşçe yaşama iradesini içtenlikle sahiplenip paylaşmasıdır. Birey ve toplum hukukunu hiçe sayan tepeden inme uygulama, baskı ve dayatmalar değil. Nitekim bugün kendisini terörle ortaya koyan “bölücülük” en önemli iç tehditlerden biri haline geldiyse, “bölünmez bütünlük” adı altında herkesi tektipleştirmeye çalışan, asırlarca uyum içinde bir arada olan ve zenginliğimiz olarak kabul edegeldiğimiz farklılıkları ezip yok etmek isteyen, hukuku hiçe sayıp demokrasiye hayat hakkı tanımayan baskıcı ve dayatmacı uygulamalar bunun en büyük sebebidir. Prensip olarak üniter yapı elbette korunmalı. Vaktiyle üç kıt'aya yayılan bir cihan devleti olarak hükmettiğimiz topraklardan elimizde kalan bu vatandan yeni parçalar koparılmasına burada yaşayan hiç kimse razı olmaz, onay vermez. Ama Türkiye'nin talihsizliği, millî mücadeleyi hep birlikte verip bu vatanı işgalden kurtaran ve üzerinde yeni bir devlet kuran milleti teşkil eden unsurların çoğunun, zaferden sonra ipleri eline geçiren kadrolarca baskı altına alınıp dışlanması ve böylece tehlikeli fitne tohumlarının atılması. Cumhuriyet adı altında tesis edilen tek parti ve komite istibdadının, herkesi kendisine boyun eğdirme ve eğmeyenleri ezme esasına dayandırdığı bir “bütünlüğün” yaşama şansı olabilir miydi? Eğer o baskılar devam etseydi, Türkiye şimdiye kadar çoktan parça parça olup dağılmıştı... Ama çok şükür ki, temelde aynı ortak inançları paylaşmanın getirdiği kardeşlikle bin senedir iç içe beraber yaşayan toplum, ortak bağlarına bizzat devlet eliyle indirilen ağır darbelere rağmen, özellikle manevî hizmetlerin destek ve katkısıyla, sağduyusunu ve birliktelik iradesini koruyarak, tehlikeli fitne ve tuzakları boşa çıkardı. Böylece, bölünmez bütünlüğün lâfla değil, bilfiil yaşanarak gerçekleşeceğini ispatlamış oldu. Bu süreçte Türkiye'nin önemli bir şansı da, 1950'de çok partili demokrasiye geçerek tek parti diktasından kurtulması ve demokrat iktidarın, Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere halk nezdinde büyük itibar ve ağırlığı olan kanaat önderlerinden aldığı güç ve destekle, hak ve hürriyetler üzerindeki baskıları hafifletmesiydi. Evet, gerçek anlamda demokratik açılımın ilk adımları 1950'de DP ile birlikte atılmış, tek parti devrinde itilip kakılan bölge insanının Mecliste temsiline imkân verilmiş, kalkınma süreci başlatılmış, Şark isyanları sona ermiş, böylece üniter yapının ancak hukuk ve demokrasiyle korunabileceği ispatlanmıştı. Ne yazık ki, 1960'taki 27 Mayıs darbesi ve sonraki yıllarda onu izleyen diğer ihtilâller, demokrasiyle elde edilen bu kazanımları da büyük ölçüde tahrip etti. ÜNİTER YAPIYI KİMLER BOZUYOR? Bugün “terör takviyeli bölücü tehdit” olarak ifade edilen tehlike, yeni bir durum değil. Ortaya çıkıp bu boyutlara ulaşmasında etkili olan en önemli sebepler ise uzun yıllar boyunca devlete mal edilen resmî ideolojinin ürettiği ırkçı ve laikçi zihniyetin yine devlet adına uygulattığı baskıcı ve dayatmacı politikalar. Son dönemde kapağı biraz aralanır gibi olan Dersim dosyası bile, tek başına, vaktiyle bölge halkına nelerin reva görüldüğünün sarsıcı belgesi. Buna benzer kimbilir daha neler oldu... 1950 öncesindeki tek parti devri, bu noktada çok kabarık bir dehşet listesini içinde saklıyor. Aynı şekilde, 1950'de girdiğimiz çok partili demokrasiyi defalarca kesintiye uğratan ihtilâl dönemleri de. Meselâ 12 Eylül rejiminin en bilinen zulüm simgelerinden Diyarbakır cezaevinde olup bitenler yıllardır dilden dile dolaşıyor. Oysa demokrasinin güçlenerek devamına fırsat verilse ve 1950'de milletin reyleriyle işbaşına gelen Menderes hükümetinin, geçmiş dönemdeki zulümlerin toplum bünyesinde açtığı yaraları sarıp tedavi etmek üzere başlattığı süreç devam edebilseydi, bugünkü sıkıntılar olmazdı. Bu bağlamda 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın önde gelen elemanlarından, Millî Birlik Komitesi üyesi Numan Esin'in, hatıralarında, Yassıada'daki hücresinde konuştuğu Menderes'e Kürt meselesini sorduğunda, ondan “Bu işi demokrasiyle çözecektik” cevabı aldığını aktarması ilginç. Nitekim Şeyh Said'in torunu Melik Fırat başta olmak üzere, tek parti devrinde zulme uğrayıp mağdur edilmiş aile ve aşiretlerin temsilcileri DP'den milletvekili seçilip Meclise girmişti. Keza haksız, ayrımcı ve asimilasyoncu uygulamalara son verilerek, bölge halkına senelerdir hasret kaldığı hizmetler götürülmüş, böylece helâlleşme ve kucaklaşma süreci başlatılmıştı. Ne yazık ki, 27 Mayıs bu süreci de sabote etti. Sonrasında yapılan her darbe, durumu daha da kötüleştirdi. En tahripkârı ise 12 Eylül oldu. Ve sokakları kan gölüne çeviren anarşi ve terör belâsına son verme gerekçesiyle yapılan 12 Eylül darbesinin zehirli meyvelerinden biri, otuz yıla yakındır devam eden PKK terörü oldu. Bu yapılanlarda iki noktanın özel önemi var. Biri, gerçekte din ve vicdan hürriyetinin teminatı olması gereken laikliğin, tam tersine aktif ve azgın bir din karşıtlığına dönüştürülen jakoben, baskıcı ve dayatmacı bir laikçilik şeklinde uygulanması. Bu durum toplumun tamamını olduğu gibi, bilhassa öteden beri dine bağlılığı ile bilinen bölge halkını da son derece rahatsız etti. Diğeri, milliyetçiliğin, Kürt kimliğini reddeden bir Türk ırkçılığına dönüştürülmesi. “Kürt yok, dağ Türkü var; Kürt sözü dağda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden türemiştir” safsataları, ağırlıklı olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyada her yere “Türk, övün, çalış, güven” ve “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarının kazınması ve Kürtçe yasağı bunun tezahürleriydi. İşte yıllar içinde biriken öfke patlamalarının ve bazı insanların ruh dünyasında oluşan duygusal kopuş psikolojisinin altında bunlar da var. Laikçi ve ırkçı telkinlerin Kürt cenahındaki izdüşümleri de işin içine girince, görünüşte çatışma halinde olan, ama gerçekte birbirini besleyerek kaos ve terör ortamının devamını sağlayan taraflar oluştu. Şu anda yaşanan hadise bu. Hem vahim yanlışlarda karşılıklı olarak ısrar edilecek, hem de birlikte yaşamaktan, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden, üniter yapıdan dem vurulacak. Olacak şey mi? Velhasıl, yanlışlar üzerine birlik inşa edilemez. Bu yanlışların dayatmalarla dikte edilmesi ise mevcut olan ortak zeminleri de dağıtıp parçalar. Şükür ki, yapılan bunca yanlışa rağmen halkın kardeşlik duygusu, sağduyusu ve birlikte yaşama iradesinin gücü sayesinde bölünmedik ve inşaallah bundan sonra da bölünmeyeceğiz. Bunun en büyük güvencesi, artık kolay kolay tahriklere kapılmama bilincini kazanan ve dolduruşa gelmeyen sağduyulu bir toplum yapısı. Esasen bu sağduyu toplumda hep vardı; ki, o sayede çok dehşetli fitne ve badireleri aşabildik. Ama fitneler kılık değiştirerek, imtihanlar da hız kesmeden devam ediyor. Onun için, her an teyakkuz halinde olmamız ve sözünü ettiğimiz sağduyuya vücut veren mânâları sürekli tahkim ederek beslememiz ve pekiştirmemiz gerekiyor. Ki, Bediüzzaman'ın yaptığı da bu. O, tarihî bir dönemeçte “Millet tenvir ve irşad edilmelidir” diyerek çıktığı yolda, öteden beri seslendiregeldiği akıl, hikmet ve duygu yüklü birleştirici kardeşlik mesajlarını, maruz bırakıldığı dayanılmaz haksızlıklar karşısında bile daha güçlü vurgularla tekrarlayarak, bu mânâya büyük katkılar sağladı. Bu itibarla, Said Nursî'nin verdiği parametrelerin esas alınması, çözüm sürecinin başarıya ulaşmasında çok hayatî bir rol ve önem taşıyor. Akan kanın durdurulması, can kayıplarının geride kalanlarda bıraktığı psikolojik travmanın tedavisi, samimî bir helâlleşme atmosferinin oluşturulması ve sorunun, olup bitenlerle hiç ilgisi olmayan masum insanları ve özellikle genç kuşakları da mağdur edecek şekilde ilânihaye sürüp gidecek bir kan dâvâsı haline gelmesine meydan verilmemesi, tahribi için herşeyin yapılmasına rağmen özde hâlâ muhafaza edilen kardeşlik ruhunun tekrar canlandırılması başta olmak üzere sürecin önemli başlıklarında ondan alınması gereken çok değerli mesajlar var. Bu mânâları sağlam ve köklü bir temel üzerinde inşa ederek, toplumu her türlü fitne ve tuzağa karşı bağışıklık kazanmış, muhkem, şuurlu, dengeli, sağlıklı bir bünyeye sahip kılabilmek için, söylendikten yüz yıl sonra dahi geçerliliğini koruyan bu mesajlar mutlaka can kulağıyla dinlenip, gerekleri samimiyetle yerine getirilmeli. ÜNİTER YAPI VE ORTAK DEĞERLER BDP'nin “demokratik özerklik” adı altında gündeme getirdiği proje, eyalet ve federasyon tartışmalarını da çağrıştıran boyutlarıyla, bölünme korkularını depreştirdi. Üniter yapıyı tekrar vurgulayan; anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez maddelerinden 3 numaralı olanındaki resmî dil, İstiklâl Marşı ve bayrakla ilgili hükümlere atıf yapılarak bu proje eleştirildi ve reddedildi. Aslında üniter yapı, millî marş, resmî dil ve bayrak, toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği ve sahiplendiği ortak kavram ve değerler. Bazı münferit marjinaller dışında hiç kimse bölünmeyi istemiyor. Beste-güfte uyumsuzluğu tartışılsa ve yerli yersiz, olur olmaz her yerde toplu programlara konulması eleştirilse dahi, içeriği toplumun ortak inanç ve duygularını yansıtan İstiklâl Marşı'ndan da rahatsızlık duyan yok. Keza resmî dilin Türkçe olması yaygın şekilde kabullenildiği gibi, ay yıldızlı al bayrak da bağımsızlık sembolü olarak benimsenen bir değer. Ama problem, bütün bu sembol ve değerlerin resmî ideolojiye eklemlendiği için sevimsizleştirilmesinden kaynaklanıyor. Üniter yapının dinden tecrit edilmiş ve diğer etnik kimlikleri ezen bir “Türklük” anlayışıyla hukuk dışı ve antidemokratik bir zemin üzerine bina edilmesi ve bu yapının dayatmacı uygulamalarla korunmaya çalışılması aksülamel yaparak karşı tepkileri tetikliyor. Burada çok ilginç çelişkiler de var. Meselâ baştan sona Hak, din, mabed, ezan gibi inanç eksenli değer ve kavramların vurgulu ve duygulu ifadelerle terennüm edildiği İstiklâl Marşı, anlamsız saygı duruşlarıyla birleştirilerek, laik törenlerin ayrılmaz parçası haline getiriliyor. Kürtçe dahil olmak üzere diğer anadilleri yasaklanırken, resmî dil Türkçe de evvelâ Güneş Dil Teorisi gibi uçuk fantezi ve zorlamalarla, ardından uzun yıllar boyunca “Öz Türkçecilik” uydurmacılığıyla dejenere edilmeye çalışılıyor. Ve öz değerlerinden koparılmış bir Türklük esası üzerinde oluşturulan antidemokratik ulus devlet yapılanmasının, herşeyi kendi kontrolünde tutmak için ihdas ettiği merkeziyetçi devlet sistemi, aynı zamanda taşraya ve orada yaşayan halka duyulan derin güvensizliği de yansıtıyor. Ancak değişen ve gelişen şartlar, bu merkeziyetçi yapının ipleri elinde tutmaya devam etmesini her geçen gün daha da zorlaştırırken, işleyişte de giderek artan tıkanıklıklara yol açıyor. Türkiye'nin içe kapanmış bir ülke olduğu ve toplumsal dinamiklerin gelişmediği dönemlerde tek parti veya ihtilâl rejimleriyle zaptu rapt altında tutulan toplum, dışa açılmanın da sonucu olarak, artık tek merkezden ve eski yöntemlerle kontrol edilebilmesi imkânsız çok farklı, çok sesli, çok boyutlu bir karakter kazanmış durumda. Nisbeten de olsa medyası çeşitlenmiş, sivil örgütleri gelişmeye başlamış, yöneticilerden hesap sorma bilincinin oluşma yoluna girdiği bir ülkeyi tepeden inme yöntemlerle denetim altında tutmak artık zor. Aynı şekilde, dışa açılma süreciyle de paralel olarak ihtiyaçların farklılaşıp arttığı, iç ve dış ilişkilerin giderek daha girift ve karmaşık bir yapıya büründüğü, devletin birçok alandaki görev ve işlevlerini sivil topluma devretmek durumunda kaldığı bir çağda, eski yönetim alışkanlıklarının artık fiilen uygulanamaz hale geldiği de bir vâkıa. Dolayısıyla, devletin her alanda yaşanan bu baş döndürücü değişime ayak uydurarak kendisini yenilemesi, bu bağlamda sıkı merkeziyetçi sistemden vazgeçip ülkenin tamamını kapsayacak şekilde “yerinden yönetim” ilkesini mümkün olan en kısa zamanda hayata geçirmesi lâzım. Bunun için de, eski ve köhne statükoya vücut eden ve topluma güvenmeyen jakoben anlayışın terk edilip, hukuka bağlı ve demokrasiyi özümsemiş bir yaklaşımın hakim kılınması gerekiyor. Yani, üniter yapıyı ve ortak değerleri korumanın yolu antidemokratik ve hukuk dışı dayatmalardan değil, katılımcı bir demokrasiden geçiyor. Ve Türkiye bunu başarabilecek güç ve olgunluğa sahip. KÂZIM GÜLEÇYÜZ - YENİ ASYA
<< Önceki Haber Devlet eliyle indirilen en ağır darbe! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER