Aydınlar, siyasî hareketin içinde neden kalamıyor?


Sırf misal ve girizgâh olsun diye önce bir isim listesi vermek, ardından da bu isimlerin ortak kaderinden yola çıkarak kritik bir soru yöneltmek istiyorum. Taha Akyol, Mümtaz'er Türköne, Ahmet Turan Alkan, Naci Bostancı, Avni Özgürel, Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Çalık, merhum Ömer Lütfi Mete... Bu isimlerin hepsi "milliyetçi, sağcı, ülkücü" diye tanımlanan camia içinde yetişti. Hatta bir kısmı kendini hâlâ öyle ifade ediyor. Tarihî gerçek şu ki; bu ve benzeri isimler, neşet ettikleri camiadan uzaklaşmadan şu anki etkin ve saygın konumlarına gelemedi. Gelmesi de mümkün değildi. Çünkü ülkücü hareketi yöneten kadrolar ve milliyetçiliğin siyasî damarı, farklı düşünmeye, farklı konuşmaya yeterince ruhsat ve izin vermiyordu. Bu sebeptendir ki seksenli yıllarda 'Eğitimciler' diye bilinen, kültür sanatla ya da sosyal bilimlerle meşgul insanlar mecra değiştirmeye, kendilerini daha özgür ifade edebilecekleri ortamlar aramaya yöneldi. Ya neşet ettikleri iklimde kalacak, sebat etmenin gereği kısık ateşte yanıp tutuşacaklardı ya da farklılığa tahammülü olmayan iç bünyeden uzaklaşıp yüreklerindeki duyguyu, kafalarındaki düşünceyi dış dünyaya haykıracaklardı. Entelektüeller, siyasî partilerden neden kopuyor? Taha Akyol'un 80'li yıllarda yazdığı çok önemli bir eser, yukarıdaki iddiayı yeterince destekliyor. O günkü ülkücü harekete bambaşka bir pencere açan Politikada Şiddet adlı kitap, şiddet eylemleriyle asla bir yere varılamayacağını, nefretin nefret doğuracağını, özgürlük, eşitlik, bağımsızlık gibi masum söylemlerle başlayan şiddet hareketlerinin bile bir gün karşı şiddet oluşturacak bir cinnete neden olacağını anlatıyordu. "Genel Merkez"in Bolşevik ihtilâli ve Fransız devriminden çarpıcı örnekler sunan Akyol'un kitabını yasaklamaya kalkmasını o günleri yaşayanlar pekâlâ bilir. Yasağı delebilmek için Genel Başkan'dan giriş yazısı istenmesi bile başlı başına üzerinde düşünülecek bir gerçektir. Oysa Akyol, o günlerde merhum Türkeş'in imzasıyla çıkan kitapların gizli yazarı olarak bilinir, Hergün Gazetesi'nin gözde kalemi olarak tanınırdı. Yasağın sebebi ezber bozan gerçeklerin çarpıcı örneklerle dile getirilmesidir. Eğer Akyol orada kalsaydı daha sonraki ezber bozan eserlere imza atamayacaktı. Maksadım ülkücü harekete gönül vermiş insanları incitmek değil. Zaten konu onlarla sınırlı sayılamayacak kadar geniş ve derin. Ancak şu gerçeği ifade etmeden de geçemeyeceğim: Ülkücü kadroların başında bulunanlar halen kendi ezberlerini tekrar edenleri baş tacı ederek ve farklı konuşan dostlarını inciterek kapalı sistemin devamında direniyor. Böyle giderse uzun süre bu parti aydın yetiştiremez... Önemli olan şu: Bir insan hem bir davaya sadık kalıp hem de mütefekkir, aydın, sanatçı kimliğini geliştirebilir mi? Bu çetin soru, sadece bireyin kendi başına cevap verebileceği bir konu değil. Tek başına bir şahsın buradaki sıkıntının üstesinden gelmesi de imkânsız. Esas olan, sosyal ya da siyasî hareketlerin insana biçtiği değer ve o kıymet hükmü içinde fertlere tanınan özgürlük. MHP üzerinden konuyu tartışmaya açmam, çarpıcı ve bol örneğin bu bünyede yeterince var olmasından kaynaklanıyor. Sol örgütlerdeki durum daha farklı, solda bir edebiyat geleneği vardı ve o gelenek sol görüşlü sanatçı ile örgüt arasına belli bir mesafe koyuyordu. Örgütten gelenlerin akıbeti milliyetçi camiadan gelenlerle belli bir oranda kesişiyor. Yani bugün fikrine önem verilen pek çok yazarın mazide Dev Genç gibi, Dev Sol gibi, TKP gibi örgütlerle yakın bağı biliniyor. Bu kişiler o örgütlerde kalsalardı bugünkü kadar geniş ve esnek düşünebilir miydi? Kaldı ki sol örgütler MHP kadar halka arz edilmiş siyasî bir yapıya hiçbir dönemde sahip olamadı. Sol örgüt mensupları kendini CHP'ye yakın hissetse de arada hep bir mesafe oldu. Genelde yeraltı örgütlenmeleriyle 'bilinçlenen' örgüt üyeleri temel bir tercihle karşı karşıya geldi: Ya illegal yapıda -teorisyen olarak bile olsa- eyleme devam edecekler; ya da örgütle bağını kopararak legal bir kimlikle yola koyulacaklardı. İllegaliteyi tercih edenler heder olup gitti. MHP'yi ve ülkücüleri çarpıcı örnek haline getiren ise şu özellik: Bu örgütlenmeler -her ne kadar zaman zaman illegal işlere bulaşsalar da- hep göz önünde bulunan derneklerle, partilerle temsil edildiler. Bu duruma rağmen kendi içindeki cins beyinleri tutamadılar. Bu durumun sağdaki refleksle alakası var; bu içgüdü doğru tespit edilirse geçmişte sıkça yaşanan bazı hataların önü şimdiden kesilebilir. Sadakat mi, ifade özgürlüğü mü? Sağdaki devlet sevgisi (ilginçtir; aynı zamanda devlet korkusu) ferdin kendini güven içinde hissetmesine mani oluyor. Bu durumun, sağ tabanın daha çok kırsal kesimden gelmesi ve dar gelirli ailelerin çocukları olmasıyla ilgisi var. Aldıkları terbiye itibarıyla devlete 'baba' gözüyle baktıkları gibi sistemin ırgalanmasını da sadakatsizlik ve vefasızlık olarak görebiliyorlar. Hele bir dava ile de tanışmış ve o 'mukaddes dava' ile ülkesine hizmet etmeyi düşünmüşse koro halinde söylenen düşüncelerin dışına çıkmaktan çekinir hale geliyorlar. "Hadlerini aştıklarında" da aforizmayla yüz yüze geliyorlar. Her şeye rağmen insanlar kendini ifade etmek, kendisine biçilen çerçeveyi aşmak, kırmızı hatlardan taşmak istiyor. Yetinemiyor çünkü. Mesela şiir, kendini ifade etmenin en saf, en masum şekli. Sembollerin gölgesine sığınmak şiir vasıtasıyla daha kolay. Ancak iş, insan ve toplumun çelişkilerini deşifre etmeye gelince hadisenin boyutları da değişiyor. O zaman eleştiri de gündeme geliyor, meselelere daha geniş bir pencereden bakma zarureti de. Roman, hikâye, araştırma, soruşturma, sorgulama, senaryo... İşte tam bu kavşakta bekliyor insanı. Eminim, bu satırları okurken birilerinin aklına şöyle bir soru da geliyordur: Sağdaki 'Tiz susturun, konuşturmayın!' sendromu cemaatleri de, cemiyetleri de, sivil toplum kuruluşlarını da bir cendere altına alır mı? Kritik bir soru bu. Bu tereddüdün doğması ile geçmişte yaşanan pek çok olayın irtibatı var kuşkusuz. Geçmişte tarikat diye bilinen, cemaat diye şöhret şiar olan birtakım yapılarda bazı çatlamalar yaşandı. Bugün durum mazidekinden çok farklı. Öncelikle toplum (ve tabii ki o toplumun parçası olan topluluklar) dünyaya çok daha açık. İkincisi, cemaat, cemiyet, camia gibi isimlerle anılan kitleler artık fikir üretmenin, sanat eseri ortaya koymanın bizzat içinde yer alıyor. Televizyonculuk, gazetecilik, dergicilik gibi kitle iletişiminin tam ortasında dururken sinemadan, tiyatrodan, romandan, hikâyeden, senaryodan, araştırma eserlerinden vs. uzakta durmak mümkün mü? Yani hem televizyonun olacak, hem senaryo yazana iyi gözle bakmayacaksın, hem medya sektörünün içinde etkin bir şekilde bulunacaksın hem araştırma-soruşturma eserleri ortaya konulmasına sıcak bakmayacaksın? Böyle bir şey mümkün mü? Başta birtakım bocalamalar yaşansa da cemaatlerin, cemiyetlerin, sosyal ve dini grupların avantajı büyük. Bünye içinde kalarak farklı şeyler söylemek, farklı düşüncelere tahammül edip fikir dağarcığını zenginleştirmek mazide olduğu gibi yadırganmıyor artık; yadırganamaz da. Çünkü sosyal bünyenin tabii seyri içinde ortaya çıkan bu oluşumlar gücünü, dünyaya açılmaktan alıyor; içe kapanmaktan değil. O yüzden "bireyin çiçek açması" daha kolay bir hale gelmiştir. Açıkçası, düne kadar küçümsenen hatta horlanan sosyal hareketlerin çok önemli edebî eserler ortaya koyması, ciddi araştırmalara imza atması, sinema tiyatro gibi alanlarda zengin ürünlerle kamuoyuna kendini arz etmesi kaçınılmaz bir gelişmedir. Türkiye'de kendini elit sayan ve belli bir dayatmayla kültürü, sanatı, dar bir çerçeveye hapsedenler yakın bir gelecekte çok önemli eserler karşısında şaşkınlığa düşecektir. Çünkü sosyal değişimin ilham ibresi mazideki tutuculuğu göstermiyor. Fikir adamları için en zor dönem geride kaldı çünkü...
<< Önceki Haber Aydınlar, siyasî hareketin içinde neden kalamıyor? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER