Tarih, 22
Kasım 2004.
İsrail’den
Gazze’ye geçiyorum bir öğle vakti.
Upuzun, kapkaranlık, kasvetli bir koridor. İki yanı
beton duvar, tepesi teneke kaplı. Yerlere gelişigüzel bırakılmış dikenli tellerden sakınarak yürüyorum.
Git git bitmiyor!
Ve epey bunaltıcı bir pasaport kontrolünden sonra Gazze’ye hoş geldiniz! Etraf mezbelelik, rüzgârda çöpler uçuşuyor toz
duman içinde.
Çoğu ev yerle bir. İsrail tanklarıyla buldozerleri ne varsa dümdüz etmişler. Her taraf moloz yığını halinde. Taş üstünde taş bırakmamışlar. Kaldırımlar bile sürülüp atılmış. Gözüken o ki, altyapı bilinçli olarak yok edilmiş...
İçler acısı bir
yıkım.
Şoför diyor ki:
“Şu karşıda gördüğün su birikintisi var ya, güneşin altında parlayan, etrafında çocukların oynadığı. Sakın aldanma, orası suni göl falan değil, şehrin lağımı açıktan oraya akıyor.
Kanalizasyon sistemini bile yok etti İsrail, kurulmasını da engelliyor.”
Gazze’ye daha önce iki kez gelmiş, aynı şeyi düşünmüştüm. Böylesine bir bataklıkta ancak şiddet çiçekleri açabilir cümlesi her seferinde yazıma düşmüştü. O klasik, şiddet şiddeti doğurur deyişi satırlarımın arasındaki yerini kendiliğinden almıştı.
Şimdi gördüklerim de farklı değil.
Gazze Valisi
Muhammed Kutva’yla sohbet ederken diyor ki:
“Buraları yerle bir eden de, Gazze’yi yoksulluğa mahkûm eden de İsrail. Bu topraklardaki radikalleşmeye İsrail
yardımcı oluyor. İnsanlar umutlarını yitirdikçe, radikalleşiyorlar. Barış sürecinde yol alınırsa, hava değişir, radikalizm gücünü kaybeder.”
Gazze sokaklarında dolaşıyorum.
Her taraf yeşil ve
siyah bayraklarla kaplı.
Yeşil Hamas’ı, siyah İslami Cihat’ı temsil ediyor. Başını nereye çevirsen silahlı, Kalaşnikov’lu, el bombalı resimlerle süslenmiş savaşçı sloganlar... Ve İsrail’e beddua eden duvar yazıları...
Yürek burkan
yoksulluk ve sefalet manzaraları bitmek bilmiyor.
Aradan neredeyse altı yıl geçmiş.
Gazze’nin yoksulluk ve sefalet manzaraları herhalde değişmedi, daha da kötüye gitti. Çünkü Gazze’ye dönük İsrail saldırganlığı hiç bitmedi.
Tam 36 aydır da Gazze insanını inim inim inleten, insanlık dışı abluka devam ediyor.
Bu ablukayı delmek ve Filistinlilere insani yardım yapmak isteyenlere ise İsrail komandoları yıldırımlar yağdırıyor.
Netanyahu-
Liberman yönetimi uluslararası hukuku hiçe sayarak, haydut bir devlet gibi davranıp insani yardım taşıyan gemilere el koyabiliyor.
Böylesine bir düşmanlıkla ancak radikalizmin, El Kaideciliğin eli güçlenir. Böylesine bir kafayla ancak barış dinamitlenir.
Gazze’de insanın içini acıtan vaziyetini kendi gözlerimle gördükten sonra 2004 yılı Kasım ayı sonunda, muhalefetin en önde gelen figürlerinde Şimon Peres’le görüşmüştüm.
Şöyle demişti:
“Kimse hayal kurmasın. Ne bir sabah kalkınca bizler Danimarkalı olacağız, ne de Filistinliler Norveç’li. Öyle sanıyorum ki, her geçen gün Filistinli ve İsrailliler bu realiteyi daha çok görmeye başlıyor. Unutmayın, realiteden kopuk umut ve hayaller şiir demektir. Şimdi bizim düz yazıya ihtiyacımız var. Bu saatten sonra çıkıp başka diyarlara gidemeyiz. Filistinliler ve İsrailliler başbaşa verip barış yapmak zorundayız.”
İsrail’de bugün
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Şimon Peres’e sormak isterdim:
Netahyahu-
Lieberman saldırganlığı bu barış düşüncesinin neresine sığar ki?..