Seçmenin bilinci


Toplumumuzun okumuş kesimlerinde ilginç bir yaklaşım vardır. Bir seçim sonrasında; eğer sandıktan beklemedikleri ya da beğenmedikleri bir sonuç çıkarsa; halkın "cehaleti" ya da "bilinçsizliği" ileri sürülür. Böylece, o beğenilmeyen sonuca bir gerekçe bulunmuş olur. İster bir referandum olsun; ister milletvekili seçimleri olsun; isterse yerel yönetim seçimi olsun. Bu öyle bir "hastalıktır" ki; demokratik derneklerin seçimlerinde bile eğer yapılan seçimlerde, beğenmedikleri sonuç çıkarsa, oy kullananların bilinçsizlikleri dile getirilir. Bu oy kullananlar, birkaç üniversite bitirmiş olsalar bile... 12 Eylül referandumu sonrasında da aynı gerekçeler, çok üst düzeylerde bile dile getirilmeye başlandı. Halkın çoğunluğu "cahil"," bilinçsiz" ve "kandırılmış" olduğu için böyle bir sonuç ortaya çıktığı açıklandı. Hatta, "evet" oyu kullananların "ihanet içinde" olduğunu söyleyenler bile oldu. Bu türden şeylerin tek mutlu istisnası; CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun kampanya sırasındaki, kısmen sorumsuz ifadeleri bir yana bırakarak "evet" oylarının da saygın olduğunu vurgulaması oldu. Aynen Sayın Erdoğan'ın; "hayır" oylarını saygıya değer bulması gibi... Gençliğimde; ben de böyle bir düşüncenin etkisinde idim. Cumhuriyet Halk Partisi'nin bir türlü sandıktan çıkamaması karşısında sığındığım (ya da benim gibi düşünenlerin sığındıkları) açıklama; halkımızın bilinçsizliği olurdu. Ve "çirkin siyasetçilerin cahil halkımızı kandırdığını" düşünür ve Silahlı Kuvvetler'den gelebilecek uyarıları bekler ve bu konudaki imaları bütün yüreğimizle desteklerdik. Zaten o dönemlerde bu türden müdahaleler de pek eksik olmazdı. (Biz de pek memnun olurduk...) Daha sonraları; hem siyaset bilimindeki birikimim arttıkça ve de Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik yapısını daha iyi anladıkça; bu "cahil halk" söyleminden uzaklaşmaya başladım. Halkımızın şaşmaz sağduyusunun; her seçimde sandığa en "rasyonel" bir biçimde yansıdığını gördüm. Bunu geç gördüğüm için biraz da kendimden utandım ve kendime kızdım. Halkımızın bu "siyasal sağduyusunun" kökeninde ne olduğunu çok düşündüm ve hâlâ da düşünüyorum. Ancak burada da kesin bir şey söylemek (elbette) mümkün değil. Ancak sanıyorum; yüzyıllar süren bir "devlet kurma ve yönetme" geleneğinin, halkımızın genlerinde oluşturduğu bir özellik bu. Umarım toplumsal değişimin çok hızlı olduğu memleketimizde bu güzel gelenek dejenere olmaz. ( Zira içeriden ve dışarıdan çok uğraşıyorlar.) 1957 Milletvekili Genel Seçimleri'ni oldukça net anımsıyorum. Daha önceki seçimlerin sonuçlarını ve değerlendirmesini gazetelerden okudum. Ve 1946'dan başlamak üzere; "ben o dönemde seçmen olsaydım nereye oy verirdim" sorusunun karşılığını, seçim sonuçlarında buldum. Yani, o seçimde kime oy vereceğimi düşündüysem; sandıktan o sonucun çıktığını gördüm. 1946 seçimlerinde, oyumu hiç kuşkusuz Demokrat Parti'ye verirdim. O günlerin DP'si,1957 sonrasının DP'sine hiç benzemiyor. CHP'lilerin, komünistlikle suçladığı bir parti o günlerin DP'si. Kırsal kesimde; "ağalar" CHP'li; sıradan insanlar DP'li. (Samim Kocagöz'ün, "Yılan Hikâyesi" başlıklı romanı, bu konuyu fevkalade bir biçimde işler.) 1950 Milletvekili Seçimleri'nde iktidara gelen DP; iktidara gelmenin kimi "şımarıklıklarını" yaşar. Halkevlerinin kapılarına kilit vurulmasını büyük bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Aynı şey köy enstitüleri için de söz konusudur. Her ne kadar köy enstitülerine ilk darbeler CHP'den gelmişse de; "noktayı koymak" DP'ye nasip olmuş. (Keşke olmasaymış...) Ancak DP'nin iktidara gelmesi; aslında DP'li olmayan kimi "aşırı İslamcılar"ın meydanı boş zannetmelerine neden olmuş. DP'nin dört kurucusunun (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü) ve yöneticilerinin, "laiklik" ve "Atatürkçülüğünden" şüphe edemeyiz. Zaten DP, "dinci" bir parti değil; "liberal-devletçi" bir partiydi. (Artık bu nasıl oluyorsa.) Fakat meydan kimi aşırılara kalmış gibiydi. Atatürk'ün heykellerini kırmaya, izlerini silmeye çabalıyorlardı. Ve bu iş öyle noktalara vardı ki; Atatürk'ü korumak için özel bir kanun çıkarılmak zorunda kalındı. (Bu yasanın hâlâ yürürlükte olması da, bir başka utanç vesilesidir.) 1954'te DP'ye oy verir miydim bilemiyorum. Zira "cicim günleri" 1953 sonlarında sona ermişti. 1957'de kesinlikle oy vermezdim. Artık "baskıcı" yüzlerini ön plana çıkarmışlardı. Rahmetli Menderes'in bir TBMM DP Grup toplantısında "Sizler, isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözü, maalesef zihniyetlerini ve çarpık demokrasi anlayışlarını sergiliyordu ki; bu anlayış hem DP'nin hem de Menderes'in sonunu hazırlamıştı. (Üstelik ordunun, kışladan çıkma alışkanlığının başlangıcını oluşturmuştu.) Eskilere daldıkça konu karışıyor. Bugünkü amacım; halkımızın siyasal sağduyusunun güçlü olduğu ve sandığa "bilinçli" bir biçimde gittiğini göstermekti. Bunu birkaç örnekle kendi yaşamımdan vurgulamak istedim. Seçim sonuçlarını beğenmeyenler (kim olursa olsunlar) suçu halka atacaklarına biraz da kendilerini değerlendirmeli ve kendilerine çeki düzen vermelidir. Bunun başka yolu yoktur...

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER