KUR SAVAŞLARI


Ulusal önlemlerle küresel dünyanın krizlerinin çözülemeyeceğini anlayan gelişmiş ülkeler 2008 krizinin ilk şoku üzerine gelişmekte olan ülkelere gelerek G20 toplantılarını başlattılar. Dünyanın en büyük 20 ülkesinin kolay kolay politikalarından taviz vermeyeceği anlaşılınca, G20 toplantılarının büyüsü bozuldu. G20 ülkeleri en son Seul’de yapılan toplantıda bir kez daha anlaşamayacakları konusunda anlaştılar. Kamuoyu önceki toplantıların hayalkırıklığı ile bu kez beklentilerini düşük tutmuştu. Son toplantının anakonusu “kur savaşları” idi. Kur savaşı terimi Brezilya Maliye bakanı Guido Mantega kullandıktan sonra popüler oldu. Peki Mantega kur savaşlarıyla neyi kastediyordu? Gerçekten bir savaş var mı? Dünyaca ünlü Big Mac Endeksi, McDonalds’taki bir hamburgerin, dünyanın her yerindeki fiyatını karşılaştırır. McDonalds her yerde aynı McDonalds olduğu için, dolara çevirildiği zaman hepsinin değerinin aynı olması beklenir. Fakat gerçek bu şekilde değil. Big Mac’i Ukrayna’da 1,84 dolara yerken, çok da uzağa gitmeden Norveç’te 7,20 dolara yersiniz. Bu fark, iki ülkenin parasının alım gücünü göstermektedir. Bahsettiğimiz hamburger gibi taşınamaz bir mal değil de mesela gömlek olsaydı, akıllı tüccarların Ukrayna’dan aldıkları gömlekleri Norveç’te satması gerekirdi. Ukrayna’nın ihracatı artar, Norveç’in ithalatı artardı. Norveç parası Ukrayna’ya akar, Norveç cari açık verirken Ukrayna cari fazla verirdi. Norveç ekonomisi güçlüyken bu durum Norveç’i rahatsız etmez. Gelişmiş bir ülke olduğu için maaşları Ukrayna’ya göre daha yüksek olurdu, Big Mac’in pahalı olması insanların yaşam kalitesini etkilemezdi. Eğer bir kriz olsa ve insanları iş kaybetmeye başlasa, Norveçliler Ukrayna’dan ithal edilen gömleklerden şikayet etmeye başlardı. Norveç devleti de bu durumu değiştirmek için para basar ve parasının değerini düşürür böylece Ukrayna’dan gelen ithalatı engellemeye çalışırdı. Gördüğünüz gibi kriz çıkana kadar Norveç, parasının değerli olmasından muzdarip değildi. Bugün neler oluyor sorusuna geçmeden önce kur savaşları olarak değerlendirilen durumu aslında kriz sonrası sendrom olarak değerlendirmenin daha doğru olacağını belirtmek isterim. Ülkeler krizi en az hasarla atlatıp, en kısa zamanda normale dönmenin yolunu aramaktadır. Savaşın başlangıcını Amerika, Çin olarak gösterse de esasen Amerika olarak değerlendirmek daha doğru olur. Amerika Çin’i yuanı dolara sabitleyerek gerçek değerinin altında tutmakla suçluyor. Asıl istediği yuanın dolara karşı daha değerli olması ve cari açığının en büyük kalemini oluşturan Çin ithalatını bir nebze de olsa azaltmasıdır. Haksız da sayılmaz, Çin dünyadaki cari açık sorunu yaşayan bütün ülkelerin bir numaralı müsebbibidir. Öte yandan unutmamalı ki bu yeni bir durum değil, Çin yıllardır yuanı sabitlemektedir. Bunu yapmak için de reservlerinde neredeyse milli gelirinin yarısı kadar dolar tutmaktadır. ABD tahvillerinin bir numaralı alıcısıdır. Amerika şimdiye kadar bu durumdan şikayetçi değildi. Çin haklı olarak birden bire kurulu düzenini değiştiremez. İhracattan ekmek yiyen milyarlarca insanı var. Ancak yapılan baskılar neticesinde dolara karşı %2 artırarak, euroya karşı %9 düşürerek yuanın değerinde değişiklik yapmıştır. Çin’in kendisini kurtarmak için yuanı birden bire değerlendirmeyeceğini anlayan ABD çareyi dolar basmak da bulmuştur. İngiltere de aynı çareye başvurmaktadır. Amerika’dan ve İngiltere’den çıkan likidite özellikle gelişmekte olan ülkelere doğru kayarak bu ülkelerde spekulatif hareketler, balonlar oluşturmaktadır. Yatırımcıları haksız görmüyorum, gelişmiş ülkeler krizdeki performanslarıyla hayal kırıklığı yaratırken, gelişmekte olan ülkelerin yıldızı parlamıştır: Para nerede kar edecekse oraya gider. Bu likidite akınına karşı Avusturalya ve Kanada’yı tepkisiz görüyoruz, fakat diğer ülkelerin tepkisi pek de öyle değil. Çin dışında kalan BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan farklı tepkiler veriyor. Brezilya, parasının değerini düşürmek için dolar rezervlerini artırdı. Finansal transfer vergisini %2’den 4’e çıkardı, daha korumacı bir yöntem seçtiği söylenebilir. Rusya ise şu anda üçüncü en büyük döviz rezervi bulunduran ülke durumunda, fakat Hindistan rupiye müdahale etmiyor, rupi değeri artan dövizlerden birisi. Japonya, Endonezya, Tayland, Tayvan, Arjantin, Güney Kore, Polonya parasının değerini düşük tutmak için döviz alan diğer ülkeler. Ülkelerin döviz almasının iki sebebi var: Birincisi kendi paralarının dolara, sterline, euroya karşı aşırı değerlenmesini engellemek, ikincisi de tam tersi şeklide gelen likidite aniden çıkarsa paralarının birden bire değer kaybetmesini engelleyecek rezerve sahip olmak. Rezerv artırmanın dışında başka önlemler alanlar da var. Endonezya, Merkez Bankası ürünlerini alanların en az bir ay elinde tutmasını zorunlu kılarken, Arjantin yabancı paraya en az bir yıl içerde durma zorunluluğu ve %30 unu da Merkez Bankasında tutma şartı koşuyor. Güney Kore türev döviz ürünlerine daha sıkı kontrol ve daha yüksek vergiler getirdi. Bu tarz yöntemler ise yabancı yatırımcının spekülatif bir şekilde giriş çıkışını engellemek için kullanılıyor. Gördüğünüz gibi her ülke kendi çıkış stratejisini geliştiriyor. Türkiye ise yavaş yavaş döviz alışı yapsa da genel olarak daha az müdahaleyi tercih etmektedir. Bütün ülkelerdeki uygulamaları görüp dünya bir kur savaşında diyen Mantega haklı olabilir. Bu savaşı durdurmak için Amerika’nın para basmaktan vazgeçmesi mi gerekir? Unutmamalı ki her ne kadar ABD doları dünyanın rezerv parası ise de ABD yönetiminin sorumluluğu sadece kendi halkınadır. Ekonomisini toparlayana kadar da başkalarını dikkate almaları zor gözüküyor. Öyleyse herkes kendisi için en doğrusu neyse onu yapıyor ve yapmaya devam edecek.

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER