Ne olur elinizi çabuk tutun, olur mu?


Gece koyu karanlıktı. Hint Okyanusu'ndan ıslak yosun kokuları taşıyan muson rüzgârları yüreklerdeki yangınları daha da harlandırıyordu. Çaresizdiler. Oturdukları koca konak, bir evden ziyade koca mezarı andırıyordu. Eski medeniyetlerde eşi ve eşyalarıyla birlikte mezara gömülen insanlar gibiydiler. Gece ilerliyordu. Bekleyiş belalaşıyor, dakikalar akrepleşiyor, saatin ilerleyen gecenin sessizliğine düşen tik-takları oradan buradan üzerlerine yürüyen akrepler gibi ürperti veriyordu. Fırtınalı karanlık gecelerde çaresiz deniz yolcularına umut olan bu topraklar, onlar için bir umut olmaktan çoktan çıkmıştı. Hemen her gece olduğu gibi işte oğulları yine yoktu. Kim bilir nerelerdeydi? Güney Afrika'da, her köşe başında pusuda bekleyen, bir ahtabot gibi bütün gençleri bağrına çeken tehlikeler, onların oğullarını da ellerinden almıştı. Hele geceler iyice zehir saçmaktaydı. Nüfusun çoğunluğunun Hıristiyan olduğu Mandela'nın bu özgürlükler ülkesinde, kumar, alkol, fuhuş ve uyuşturucu her şeyi yutan bir ateş gibi körpe bedenleri yok etmekteydi. Muhammed Bey, evlatlarının iyi bir terbiye almaları için elinden geleni yapmış, hatta birkaç varlıklı Müslüman iş adamıyla 'Nizamiye Okulları' adında modern bir okul da kurmuşlardı. Küçük oğlu Hamza da bu okulda okuyordu. Büyük oğul iyice yoldan yolaktan çıkmıştı, küçük Hamza da onun yolundaydı. Oturmaları, kalkmaları, yemeleri, içmeleri, anne-babalarına karşı davranışları her geçen gün değişmiş, bambaşka bir hal almıştı. Nasihatler, telkinler, cezalar... Rehabilitasyon merkezlerinde tedaviler... Nafile... Hiç biri çare olmamıştı. Hamza önceleri ağabeyinin evde çıkardığı hırgürden, zorbalıktan korkarak annesinin ardına saklanıp, dışarı kaçarmış oysa şimdi o da ağabeyi gibi olmuştu. Çabuk geçen baharlar gibi, çocuklarının doğumlarıyla yaşadıkları o güzel günler çok gerilerde kalmıştı. Acı, konağın duvarlarında yangın yemiş türküler gibi dalga dalga yükselmekteydi şimdi. Gözlerinin önünde göz bebekleri kaybolup gidiyor, hayat ışıkları bir bir sönüyordu. Evlatları hem yanlarındadır hem de öyle uzaklardadır ki, onlara ne dokunabiliyor ne de seslerini duyabiliyorlardır. Oğullarının düştüğü bu beyaz illetinden dolayı saçları vaktinden evvel ağarmış evliya ruhlu insan Muhammed Bey, başını önüne eğiyor, susuyor, düşünüyor, yangınların ortasında diz çökmüş çaresiz bir insan gibi geceler boyunca evlatlarının düştüğü durumu düşünüyordu. Feci bir trafik kazası sonrası veya ani bir başka olay sonucu kaybettiği evladının ardından, bir babanın bir annenin yaşadığı amansız acıdan çok daha farklı bir acıydı bu. Aniden geldiğinde sarssa bile zaman geçtikçe teslimiyetle hafifletilebilen bir acı değildi. Yaşantıları her zaman pırıl pırıl, tertemiz olmuş, hali vakti yerinde varlıklı bir anne ve babanın başka türlü bir acısı! Evlatlarının kaybını, ansızın gelen bir acı haberle öğrenmiyorlar; gözlerinin önünde an be an evlatları yanıyor, eriyor, bitiyor, tükeniyor. Karı-koca, geceler boyunca yaptıkları dualar, döktükleri gözyaşları evlatlarının taşlaşan kalplerine ulaşmıyordu. Bir gece Muhammed Bey ve Radıya Hanım, duaların kabule daha yakın olduğu kutsal topraklara giderek, Ka'be'de, Arafat'ta, Medine'de, Güllerin Efendisi'nin köyünde, dualar ederek Rabbi'nden evlatlarını geri istemeye karar verirler. Ka'be'yi tavaf ederken bir adam Muhammed Bey'in yanına sokulur ve "Sen Hamza'yı Star Koleji'ne ver" der. Adamın peşine düşerse de, adam kalabalığın arasında gözden kaybolur. Hac dönüşü Star Koleji'ni aramaya koyulur Muhammed Bey. Durban Şehri'nde böyle bir kolejin varlığını öğrenir. Bir gün Durban' a giderek okulu bulur. Aman Allah'ım! Bir de ne görsün! Eski usul prefabrik binalar... Öğrencilerinin çoğu gayr-i Müslim olan bir Türk okulu... Önce, oğlunu buraya vermek istemez. Fakat bu mütevazı okulun öğrencilerinin ülke çapındaki başarılarını, disiplin ve terbiyelerini duyunca ve tabii ki Ka'be'den aldığı beşareti de düşününce Hamza'yı okula yazdırır. Hamza artık Star Kolejlidir. Muhammed Bey arabasıyla her gün oğlunu sabahları okula getirip akşamları da alır. Yaklaşık sekiz ay bu böyle devam eder. Hemen her gün 300 km yol kat edilirse de, Hamza'ya gün be gün gelen değişiklik çekilen bütün zahmetleri unutturur. Yıl sonunda evini de işini de Durban'a taşır, Muhammed Bey. Durban, Hint Okyanusu kıyısında daha çok da Muhammed Bey ve ailesi gibi Hint asıllı insanların yaşadığı bir şehirdir. Bu okulun evlatları üzerindeki, hiç ummadıkları, bu inanılması güç tesiri karşısında hayretler içinde kalırlar. Derslerine olan ilgisi, okul ve öğretmenlerine sevgisi, anne - babasına saygısı... Görülmeğe değerdir. Hamza kendinden bekleneni ifa etme yolundadır. Bir zamanlar mezarı andıran evden çiçek çiçek baharlar yükselmektedir. Hint Okyanusu kadar derin yaralar iyileşmektedir. Hamza'ya gelen güzellikten ağabeyi de nasibini alır. Muhammed Bey ve Razıya Hanım çok memnundur. Evlatlarını geri veren Rablerine şükrederler. Ortadan ikiye bölünmüş olan mutluluğun yeniden kalb atışları duyulmaya başlar, evde. Bu arada Muhammed Bey, Türk öğretmenlerin yaptığı çay sohbetlerine katılmaya başlar. Sımsıcak Anadolu kokan çayların buharlarında koyulaşan sohbetleri, hastanın sabahı beklediği gibi iple çeker. Okunan kitaplardan edinmek ister. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin başta Sonsuz Nur kitabı olmak üzere bütün kitaplarını okur. Bir başka âleme girmiş gibidir. Kendi ifadesiyle yeniden doğmuştur. Londra'da oturan kızına ve damadına gönderdiği bu kitaplar onların da yuvalarını dağılmaktan kurtarır. Büyük oğlunu da yanına alarak iş yeri açar. Türkiye seyahati sırasında gördükleri eğitim kurumları, Türk ailelerinin candan misafirperverliği, İstanbul'un camileri, Boğaz onları derinden etkiler. Ömrümün kalan kısmını artık hizmette geçireceğim, arabamı da, servetimi de hizmette kullanacağım" diyerek tazeler inancını. Öyle de yapar. Raziya Hanım da ondan geri kalmaz. Mübarek Anadolu'muzun nur yüzlü kadınlarıgibi içten ve coşkulu bir şekilde koşturur, durur. Muhammed Bey'in aklı fikri birkaç ay önce ayrıldığı memleketindedir. Orada kendileri gibi acı çeken anne-babaları düşünür. Bir acı volkanı gibi yanar yüreği. Nizamia Okulu'nun, Star Koleji'ne devredilmesi için elinden geleni yapar. Görüşmeler sırasındaki o ikna edici tatlı konuşmaları, kelimeleri incitmekten korkan dudaklarının açılıp kapanışı, beyaz saçların çoğunlukta olduğu başını sol yana hafice eğişi, kısa ve beyaz sakalının çevrelediği esmer güzeli yüzünün bir çocuk yüzü kadar masumiyeti, tıpkı okul adam Hacı Kemal'dir. Uzun süren görüşmeler sonrası arzusu gerçekleşir. Star Koleji'nin idareci ve öğretmenleri bu işe çok sevinir. Bayram ederler. Kendilerine devredilen sadece okul değil, aynı zamanda 21 bin dönümlük bir arsadır. Üstelik arsanın üzerine arzu edilen büyüklükte yeni bir okulu yapmak için göreve hazır olduklarını da söylerler, Nizamia'nın kurucuları. Sevgiyle konuldukları kristal vazoya doğru her geçen gün biraz daha boyunlarını büken güllerini kurtarmak için yüreklerinden kopan ızdırap ırmaklarının kıyılarında binlerce gül, suya güler. Kara kıtada gece sırtını sabaha vermiştir. Hint Okyanusu'ndan ıslak yosun kokuları taşıyan muson rüzgarları yüreklerdeki yangınları söndürmektedir. Uzaklardan gelen gemiler, Umut Burnu'na doğru yaklaşmaktadır. Devir görüşmeleri sırasında Nizamia'nın yöneticilerinden Baboo Musa'nın, mahzun ve melül bir halde bir Türk öğretmene söylediği sözler, kara kıtada koşan ışık süvarilerinin sırtlarına nasıl bir yük bindiğini göstermektedir. "Biliyor musunuz? Ben iki kızımı Nizamia'ya vermiştim. Ama olmadı, yürümedi. Alıp yakındaki bir misyoner okuluna vermek zorunda kaldım. Orada da her sabah derse ayinle başlıyorlar. Ne olur elinizi çabuk tutun, olur mu? " YENİŞAFAK
<< Önceki Haber Ne olur elinizi çabuk tutun, olur mu? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER