Türkiye-İsrail: 'Kan davası' mı?


Türkiye ile İsrail ilişkileri bundan 13 yıl önce ‘balayı’na girmişken, ‘pişmiş aşa su katan’ların başında ben geliyordum. İsrail televizyonuna çıkıp, tanınmış yayımcı Ehud Yaari’ye “Hayal kurmayın, Türkiye ile İsrail arasında sunulduğu gibi ‘stratejik’ bir ilişki olamaz” demiştim. O ‘balayı’ döneminde, Washington’u ziyaret eden her Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın, Washington Institute adlı düşünce kuruluşunda konuşma yapması adeta ‘Mekke’ye gidip Kâbe’yi ziyaret etmeden olmaz’ cinsinden bir otomatiğe bağlanmıştı. Amerikan başkentinde Türkiye-İsrail ‘stratejik bağları’na özel vurgu yapmak, Türkiye-ABD ilişkilerini daha da sağlamlaştırmak yolunda simgesel bir değere sahipti. Washington Institute’de ben de 2000 yılında konuştum ve İsrail’in çıkarlarını ABD’nin bile önüne alan söz konusu düşünce kuruluşunda aynı temayı, yani Türkiye-İsrail ilişkilerindeki ‘balayı’nın arızî ve konjonktürel olduğunu, ‘stratejik olamayacağını’ tekrarladım. Benim dışımdaki diğer konuşmacı İsrailli Efraim Enbar bana karşı Türkiye’yi ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin kalıcılığını hararetle savunmuştu. Türkiye, demokratik bir ülke olduğu takdirde Türkiye-İsrail ilişkileri sıkı fıkı ve ‘stratejik nitelikte’ olamazdı. Çünkü bu ilişkilerin ‘balayı’ ortamı, İsrail ile FKÖ arasında başlatılmış olan ‘Oslo Barış Süreci’ şartlarında ve daha da önemlisi 28 Şubat’çı generallerin (başta Çevik Bir’in) eseriydi. İsrail ile kurulan ‘askeri sanayi işbirliği’ 28 Şubat ürünlerinden biridir. Türkiye, AB üyeliği doğrultusunda ‘demokratikleştikçe’, yani Türkiye’de ‘asker’in siyasi rolü zayıflarken ve bununla eş zamanlı olarak Filistin-İsrail ilişkileri bozulurken, ‘Oslo Barış Süreci’ tarihe karışırken, söz konusu ilişkileri 1990’ların ikinci yarısındaki düzeyinde tutamazdınız. Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunun Filistin halkıyla ‘duygudaşlığı’ söz konusu iken, ‘asker güdümlü bir hükümet’in Türkiye’yi yönetmediği şartlarda, İsrail’in Filistin halkına karşı saldırgan ve aşağılayıcı politikasına Türkiye ‘suç ortağı’ görünemezdi. Bu nedenle, Türkiye-İsrail ‘askeri işbirliği’ne 31 Mayıs 2010’da sonra ‘nokta koymak’ kaçınılmaz hale gelmiştir. Türkiye, 2010 yılında, bundan 10-15 yıl öncesiyle kıyaslandığında, kabına sığamayıp büyük bir ekonomi ve ‘bölgesel güç’ konumunda. Ortadoğu adındaki ‘mahalle’de ‘saldırgan’ ve ‘sorunlu’ bir İsrail ile, Washington’un hoşuna gitse de, ‘sorunsuz’ biçimde birlikte var olamazdı. Olamadı. Üstelik, Suriye-PKK bağlantısı kaybolduktan ve Türkiye-Suriye ilişkilerindeki temel ‘çıban başı’ ortadan kalktıktan sonra, İsrail ile ilişkileri 1990’ların ikinci yarısındaki hali ile muhafaza etmenin ‘pragmatik zemini’ de kaymıştı. 2010 yılında Türkiye’yi ‘28 Şubatçılar’ yönetmiyor. ABD’nin Türkiye uzmanlarından Ian Lesser’ın şu sözlerini dünkü yabancı basında okudum: “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişki artık ortada bulunmayan bir dizi ve çok özel şartların ürünüydü. Türkiye ve İsrail’in aynı stratejik ilişkiye devam edemeyeceği açıktır. Şimdi arta neyin kaldığını görmeliyiz. Hâlâ birlikte çalışabilirler ama çok daha mütevazı bir düzeyde.” O dahi şüpheli; baksanıza Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dün ne dedi: “Bundan sonra Türkiye-İsrail ilişkileri eskisi gibi olmaz. İsrail yaptığı en büyük yanlışlardan, en büyük hatalardan birini yaptı. Bunu giderek daha çok anlayacak. Bunu hiçbir zaman unutmayacağız.” İsrail, Türkiye’nin ‘hiçbir zaman unutamayacağı’ ne yaptı? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kanını döktü. Nerede döktü? Uluslararası sularda. Hem de bunu yapmasının özellikle gerekmediği bir durumda, bir ‘askeri saldırı’yla yaptı. Mavi Marmara gemisinin içindekilerle birlikte o ‘uluslararası sular’da ‘provokasyon’ amaçlı bulunduğu iddia ediliyor. (Bu iddianın arkasına sıralanan Türkiye’de de bir hayli Ak Parti ve İslâmcı karşıtı mevcut) İHH, amacını hiçbir vakit gizlemedi ki. Mavi Marmara yola çıkarken, amacın ‘İsrail’in Gazze ablukasını delmek’ olduğunu açık açık ilân etti. Bunun ‘provokasyon’ olduğunu söylemek, İsrail’in ‘Gazze ablukası’nı meşru saymak demektir ki, İHH zaten bu ablukayı ‘gayrı meşru’ olduğunu göstermek için yola çıktı. Yardım filosunun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının kanını dökmeden Gazze’ye varmasını İsrail engelleyemez miydi? Elbette engellerdi. Niye yapmadı? Sol kanat İsrail siyaset adamlarından Yossi Sarid’in ifadesiyle İsrail ‘iç kabinesi’nde ‘7 budala’ bulunduğu ve ‘budalaca’ bir karar alınmış olduğu için mi? Sanmıyorum. İran nükleer konusunun uluslararası gündeminde başında bulunduğu bir sırada Türkiye-Brezilya girişimiyle Türkiye-ABD ilişkilerinde belirgin bir çatlağın göründüğü bir zaman diliminde, Türkiye’nin ve daha doğrudan biçimde Tayyip Erdoğan’ın ‘karizmasını çizmek’ ve Davos’tan bu yana açılmış olan hesabın faturasını yüksek faiz ile çıkartmak amacıyla ‘7 budala’ -bir bakıma- ‘rasyonel’ karar aldı. İsrail ve Amerika’da onun güçlü muhiplerinin, Tayyip Erdoğan’ın kellesini alana kadar, Türkiye’de her türlü oyunu sahneye koyacaklarını peşinen düşünmek durumundayız. *** Tayyip Erdoğan, önceki gün Türkiye’nin dünyadaki konumunu, Türkiye-İsrail ilişkilerini ve uluslararası politikayı ima ederek bir ‘Milat’tan söz etti. Doğru. Gerçekten de ‘bölgesel nüfuz mücadelesi’yle, içerdeki ‘iktidar mücadelesi’nin iç içe geçtiği ve uluslararası sistemde bir ‘yeni hiyerarşi’ kurulması mücadelesi ile de pek yakından ilgili bir ‘Milat’ söz konusu 31 Mayıs 2010 sonrasında. Türkiye-İsrail-ABD üçgeninde çok ince ayarlı gelişmeler söz konusu. Şu ana kadar, hükümet, bu ‘ince ve hassas oyunu’ başarılı biçimde götürdü. Aksi halde, İsrail saldırısında hayatını kaybedenlerin, yaralıların ve İsrail’in tutukladığı herkesin bir gün içinde serbest bırakılması nasıl mümkün olabilirdi? İsrail hükümetinin ‘kendini savunma hakkı’ ile ‘ilke’ ile ilişkisi olmadığını da gördük. Madem ki, Mavi Marmara’dakiler ‘El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide ile ilişkili’ydiler, bunları İsrail nasıl yargılamadan bıraktı? Cevabı biliyoruz. Washington bastırdığı için. İsrail’in bu noktada geriletilmesi için Washington’a kim bastırdı? Türk hükümeti. (Yani ‘baskı’yı yiyince, baskının geldiği yere bakarak, pek ‘pragmatik’ olabiliyorlar.) Ancak dün sabaha karşı cenazelerin ve yaralıların Türkiye’ye gelmesi ve yüzlerce kişinin serbest bırakılması, ‘yeni süreç’in ilk 24 saatine ilişkin bir durum. ‘Hesap’ kapanmadı. Gidilecek yol daha çok uzun. Bu ‘uzun yol’da ya İsrail hükümeti değişecek ve artık ‘Gazze ablukası’ bir şekilde sona erdirilecek ve Türkiye (Tayyip Erdoğan) başarı kazanacak; veya Türkiye’nin burnu sürtülecek ve nihayetinde Tayyip Erdoğan gidecek. Artık ‘iç politika’daki gelişmeleri, -bunların konusu ne olursa olsun- Türkiye-İsrail-ABD üçgenine ilişkin gelişmeleri göz ardı ederek izleyemeyiz. Bundan 10 yıldan fazla süre önce, İsrail ile ilişkiler ‘stratejik olamaz’ demiştik. Doğru çıktı. Şimdi ise, İsrail hükümeti kaybetmediği takdirde bu ilişkiler ‘kan davası’na dönüşebilir diyoruz...
<< Önceki Haber Türkiye-İsrail: 'Kan davası' mı? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER