Hatay


Hatay, tarih ve kültür zenginlikleri ile dolu bir beldemiz. Bol güneşli olmasına rağmen serin esen rüzgârları ile hoş bir ahenk sağlayan Hatay, toprak, su, dağ ve denizi ile bereketli vilayetimiz. Amanos Dağları, Amik Ovası, Asi Nehri, kekik kokulu nesimler bu yöremize Cenâb-ı Hakk'ın birer lûtfu... Bütün bunlara bağlı olarak Hatay'ın sofrasına diyecek yok. Belki birçok medeniyet ve kültüründen bir birikimi olarak, önümüze serilen nimetlerin şükrü zor edâ edilir. Hatay'da tarihî camiler, kiliseler ve sinagoglar da ziyaret mekânları... Bu bakımdan dinlerin ve mezheplerin bir arada dostça yaşadığı güzel bir beldemiz... Yâsin Sûresi'nde geçen karyenin tefsirlerde Antakya olduğu söyleniyor. Gerçi Hükümdar Antiochi, 25 şehre kendi ismini verdiği için Hatay-Antakya'dan başka, Isparta'nın kazası Yalvaç'ın da ismi Antakya imiş... Oraya da gelen elçiler olmuş... Ben bir seferinde Denizli'den Afyonkarahisar'a doğru giderken tarihî yerlere has renkte bir yazı ile yazılmış "Antakya"yı ifade eder bir yeri gösteren işareti de görmüştüm... Tarihî Hâbîb-i Neccar Câmii'ne gittiğimizde hemen minarenin dibinde bir oda ve içinde iki kabir var. Üzerlerinde "Yahya ve Yunus Hazretleri" yazısı yazılmış. İsimlerin altında da "Yuhanna ve Pavlos" isimleri var. Bu odanın içinde Hatay Müftülüğü'nün, kabir ziyareti ile ilgili dikkat çekici ikazları yazılı. Ayrıca bu iki zat için de, halkı dine davet için geldikleri, Allah'ın izniyle hastaların şifaya kavuşmasına vesile oldukları, Hz. Muhammed Aleyhisselam'ın geleceğini müjdeledikleri, şehir halkının onları yalanladığı, Hükümdar Antiochi'ye şikayet ettikleri, bu yüzden hapse atıldıkları, daha sonra Hz. İsa Aleyhisselam'ın üçüncü elçi olarak Şem'un-u Safa'yı (Batris'i) gönderdiği, onun sayesinde hapisten kurtuldukları ifade ediliyor. Bu hususta Hammâmî'nin Yâsin tefsirinde de geniş mâlumat var. Câminin sol ucunda bir oda var. Orada da (iki kat aşağıda) Şem'un-u Safa ile Hâbîb-i Neccar Hazretleri'nin kabirleri var. Şehrin tepeden bakan noktasının da üzerindeki dağın içinde Hâbîb-i Neccar'ın cüzzamlı oğlunun kaldığı mağara var. Cüzzamlı olduğu için oğlu orada kalıyormuş. İlk gelen iki kişi, Hâbîb-i Neccar'a "elçiler" olduklarını söyleyince o da "Nereden bileyim sizin elçi olduğunuzu?" demiş. Onlar da Allah'ın izniyle oğlunun cüzzamdan kurtulup şifa bulmasına vesile olmuşlar. O da onların getirdikleri dine iman etmiş. Antakya'da Sn. Piyer Kilisesi var, oraya Hıristiyan dünyadan pek çok insan ziyarete geliyor. Hâbîb-i Neccar Câmii'ne de geliyorlar. Oradaki Yuhanna ve Pavlos'un kabirlerine olsun, câminin altındaki Hâbîb-i Neccar ve Şem'un-u Safa'nın kabirlerine ve hatıralarına karşı olsun, Müslümanların saygılı davranışlarına ve sevgiyle yaklaşmalarına şahit olunca çok şaşırıyorlar ve Müslümanlar hakkında yanlış kanaate sahip olduklarını anlıyorlar. Bunu da açık açık ifade ediyorlar. Yani Âl-i İmran Sûresi'nde geçen İmran'ın Hz. Meryem'in babası ve Hz. İsa'nın dedesi olduğundan ve Kur'an'ın en uzun ikinci sûresine Âl-i İmran isminin verildiğini ve Hz. Meryem için başlı başına bir sûre olduğunu bilmiyorlar. Öğrenince de Müslümanlığa sıcak bakmaya başlıyorlar. Mustafa öğretmen, İrlanda'dan gelen, üniversite öğretim üyelerinden bir grubu evlerinde misafir ettiklerinde onların nasıl hissiyatla dolup taştıklarını, başlarındaki profesör hanımefendinin Mustafa öğretmenin eşinden bir türlü ayrılmak istemeyişini, Belçika'dan gelen çok üst seviye bir grubun da hayret ve hayranlıklarını bize anlattı. Aslında bütün bu anlatılanlardan bizim kendimizi, henüz daha dünyaya anlatamadığımız ortaya çıkıyor. Demek ki daha çok yapılacak işimiz var.

Haber Etiketleri:  
ÖNE ÇIKAN HABERLER