Göstere göstere duvara çarpmak


10 Nisan tarihli Zaman'ın birinci sayfasını bulun okuyun lütfen. Aylar öncesinden Devlet Bakanı Hayati Yazıcı çok açık bir dille diyordu ki: "Ergenekon sanıkları seçilse bile Meclis'e giremez, bu bir plan." Hayati Bey hukukçu bir bakan. Yargı-siyaset ilişkisini sadece hukuk kitaplarından öğrenmiş bir siyasetçi de değil. Tecrübelerin içinden süzülerek Parlamento'ya gelmiş bir insan. Vaktiyle Recep Tayyip Erdoğan'ın avukatlığını da yapmış, Başbakan'ın önünü yargı yoluyla kesmek isteyenlere karşı mücadele vermişti... Yazıcı'nın, "Bu bir plan!" tezi çok netti; ancak o günlerde hiç kimse onun işaret ettiği o riske kafa yormadı. Oysa Bakan Bey, milletvekili adayı yapılan tutuklu sanıklara yargının müsaade etmeyeceğini ilgili tarafların bildiğini, hukuk ile siyaseti karşı karşıya getirmek için 'kaos' çıkartılmak istendiğini söylüyordu. Nitekim öyle oldu. Diyelim ki CHP, MHP ve BDP bakanlık görevini üstlenen bir hukukçuyu dinlemedi; belki de sarf edilen sözleri siyasî çıkar için söylenmiş saydı; ya başka çevrelerden yükselen, "Bu sanıklar seçilse bile Meclis'e gelemez." uyarısına ne demeli! Sebep olduğu 367 krizine rağmen CHP'lilerin hâlâ büyük bir saygı ve sempati ile baktığı eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu aylardır bangır bangır bağırıyor ve diyor ki: "Mahkemeler tutuklu vekilleri serbest bırakamaz." Madem risk bu kadar büyüktü niçin müracaatlar yapıldı, insanlara vekil olacakmış gibi umut dağıtıldı? Uyarı yapanlar Hayati Yazıcı ya da Sabih Kanadoğlu ile sınırlı değil; onlarca hukukçu eldeki mevzuata göre tutuklu sanıkların serbest bırakılamayacağını çok net bir şekilde ifade etti. Bu yorumlar, "Aman tutuklu sanıkları serbest bırakmayın." anlamına gelmiyordu. Tam aksine! Hukukun üstünlüğüne inanan pek çok uzman halihazırdaki yasalara göre hiçbir hâkimin bahsi geçen sanıklara geçit veremeyeceğini söylüyordu. Bir insanın tutukluluk halinin sona ermesi için milletvekili olmak yetmiyor. Yani "Milletvekili seçilen kişiler, her ne olursa olsun serbest bırakılır." diye bir kanun maddesi bulunmuyor. Kaldı ki vekil oldu diye insanları serbest bıraktığınızda vekil seçilmeyen ama aynı suçlama ile yargılanan diğer sanıklara büyük bir haksızlık etmiş oluyorsunuz. Ayrıca savcıların talep ettiği ceza ile tutuklu kalan kişilerin yattığı süre arasındaki fark, sırf vekil olacaklar diye görmezden gelinemiyor... Buna benzer sözler çok söylendi ama dinleyen olmadı. Şimdi herkes kafasına göre yorum yapıyor. Tutuklu sanıkları serbest bırakmayan mahkemeler, "avukatların itirazlarında hiçbir yasal dayanak olmadığını" savundular. Aslında bu tez üzerinden şunu demek istiyorlar: Dün bu insanlar iddia edilen suçun mahiyeti itibarıyla tutuklu bulunuyordu; şimdi değişen (daha doğrusu suçun mahiyetini değiştiren) ne var ortada? Milletvekili seçilmek mi? Bu bir tahliye sebebi midir? Peki ya vekil seçil(e)meyenler? Suçun mahiyeti orada kaldığı müddetçe kanun uygulayıcı, insanların pozisyonuna göre karar veremiyor. Aslında bugün savcıların ve hâkimlerin ifade ettiği gerekçeleri YSK daha sürecin başında görmeliydi. Madem YSK da hukukçulardan müteşekkil bir kurumdur, bugün yaşanan krizi dün çok net anlayabilmeliydi; çünkü aday olmasında bir beis görülmeyen ve adaylık işlemleri yerine getirilen kişiler tabii ki umuda kapılıyor. "Aday olabilirsin, seçilebilirsin ama Meclis'e gidemezsin!" şeklinde bir algıya neden olduğu için YSK'nın üzerine büyük bir sorumluluk biniyor. YSK'nın yasal sınırları dahilinde olmasa da, bu konuda uyarıcı bir mekanizma geliştirilebilirdi. Oysa herkes, kulaklarını tıkamayı ve göz göre göre gelen krize davetiye çıkarmayı seçti. Onca ikaza rağmen siyaset yargı duvarına çarptı. Hem de ne çarpış! Şimdi her kafadan bir ses çıkıyor. Tutuklu sanıkları aday gösterenler, bugün yüz yüze oldukları riski gayet iyi biliyordu. Fiilî durum oluşturmak için kulaklarını tıkadılar. Krizin ilk sorumlusu bu kişileri aday göstererek siyasî tansiyonu saatli bomba gibi kuranlardır. Bugün yaşanan krizin en büyük sorumlusu tabii ki elindeki yasayı (o yasa çağ dışı kalmışsa bile) uygulayanlar değil; o yasaları değiştirmeyenlerdir. "Türkiye bu çağdışı anayasa ve ona bağlı hazırlanan yasalarla yönetilemez!" dendikçe çağrılara arkasını dönenler, umarım, anayasa değişikliği konusundaki isteksizliğin ne kadar büyük bir hata olduğunu görmüştür. Her fırsatta Meclis'i tehdit etmenin, sokağı karıştırmakla korkutmanın bir anlamı yok. Bu krizden bir çıkış yolu varsa, o da Meclis'e gelip demokratik bir mücadele vermekle olacak. Yüzde 95 oranında bir temsille kurulan bu Meclis, 'kurucu' vasfını idrak edip artık Türkiye'yi taşımayan ve yamalı bohçaya dönmüş bir darbe anayasasını değiştirmeli. Bu utancı daha fazla yaşatmaya kimsenin hakkı yok. Bu anayasa hayatta kaldığı müddetçe bu sıkıntılar bitmez. Sistemi tıkayan, yürürlükte olan kanunlar. O kanunların değişme yeriyse Meclis. Gönül istiyor ki demokrasisi her geçen gün büyük mesafeler alan Türkiye bu tür konularla zaman da harcamasın, enerji de. Tam da bu nedenle Meclis'e büyük görev düşüyor. Orası çalışacak ki demokrasinin tıkanmış yolları açılabilsin... Pijamalı gazetecilere dostça uyarı İnternet gazeteciliğini 'pijamalı gazetecilik' diye tarif edenler olmuştu. Hoş bir tabir. Bilgisayar karşısında icra edildiği için küçük bir ofis ya da ofis gibi kullanılan evlerde bile yapılabilecek gazetecilik kastedilmişti. Ne var ki zaman içinde pijamalı arkadaşlardan bir kısmı hadiseyi hipnoz gazeteciliğine döndürdü. Birisi bir yanlış yapıyor, diğerleri aynı hatalı ezberi koro halinde tekrar ediyor. Pornografi çemberini bir türlü kıramayanı mı ararsınız, gazetelerin onca emek vererek yaptığı haberleri kes yapıştır şekliyle pazarlayanı mı ararsınız, aslını faslını araştırmadan (güya) haber yazanı mı ararsınız, yorum adı altında hakaret ve iftiraya kadar işi götüreni mi ararsınız, sözlük maddesi yazıyorum diye iftiranın en akla hayale gelmedik şeklini sanal âleme taşıyanı mı ararsınız... Gazeteciliği bir meslek olarak görüp ciddiye alan, bilginin zati değerini mesleğin cevheri sayan, yalana iftiraya tenezzül etmeyen pijamalı arkadaşlara selam olsun! Onlara sözüm yok; ancak işin tadını kaçıran, sadece kendine değil, internet gazeteciliğine zarar veren bazı kimselerin varlığı da aşikâr. Bu kişilerin yürüttüğü pervasız ve acımasız 'kara propaganda'dan herkes bir şekilde korkuyor; ancak bugün yürütülen kötü gazeteciliğin sürdürülebilmesi artık mümkün değil... Bilişim suçlarının daha somut ve belirgin hale gelmesi, hukuk çerçevesinde hesap sorulabilir bir durumun oluşması internet yayıncılığında kaçınılmaz bir sondur. Ne var ki korkum sadece hukukî düzenlemeyle ilgili değil. Bir sitede çıkan yanlış bir bilgi nasıl oluyor da hiç araştırılmadan soruşturulmadan, muhataplarına sorulmadan onlarca site tarafından aynen iktibas edilebiliyor? Pijama giydiniz diye hep uyurgezer dolaşmak zorunda mısınız? İşini ciddiye alan internet habercileri sanal âlemde hak hukuk bilmeden yalan yanlış yazanları uyandırmazsa ileride ne güven kalır ne itibar. Gazete ve TV'lerin yaşadığı o korkunç süreci internette yaşamak şart mıdır? Onların ödediği ve maalesef dolaylı yoldan hakperest gazetecilere ödettiği diyeti siz de ödemek zorunda kalmayın. Mesleğin onuru meslek sahipleri tarafından korunabilir ancak...
<< Önceki Haber Göstere göstere duvara çarpmak Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER