Uzaklardaki Bayram'ın mimarlarına


Bugün Bayram arifesi, bugün benim yazı günüm. Bayramlar 'hatırlama' zamanıdır. Ben de sütunumu gerçek sahiplerine tevdi ediyorum. Bir gün tarih 'O diyarda unutulanlardan başka yeni bir şey yoktu' diye yazarsa hamiyet damarım çatlar, çünkü! İnsanlığın son vicdanları anlatacak, ben yazacağım. Bu bayramın mektubu elime birkaç ay evvel konferansa gittiğim Galiçya cephesinde tutuşturuldu. 1990'ların sonlarında bu ülkeye ayak basan iki genç adam, muhacirlerin ruh hali içinde, bütün diğer kardeşlerinin dünyanın dört bir yanında yaptığı gibi davranıp, 'aşina bir çehre arayışına' koyuldular. 'Doğrusu sizler vicdanımın susadığı güzel mesajları taşıyorsunuz.' diyen bir Habeş hükümdarı arar gibiydiler. Hiç umutsuz da olmadılar. Çok yorulsalar, rüyalarda başları okşanıyor, 'Asla yalnız yürümeyeceksiniz.' deniliyordu. Sahipsiz kuşun yuvasını Allah yaparmış, O sahip çıktıktan sonra nasıl olsa mahzun olmayacaklardı. Nice sonra bulabildikleri tek aşina haber ulaştı: I. Dünya Savaşı'nda bu cephede toprağa düşen Türklere ait mezarlar varmış! Sevindiler, çünkü aradıklarından daha fazlasını bulduklarını biliyorlardı. Zira, bir yerde şehitler varsa, orada hayat muştusu var demekti. Müjde böyleydi! İki genç adam, ciğerleri yaran zemheri kış sabahında verilen adrese yürüdüler. Kırılıp-dökülen birkaç taş topraktan başka pek bir şey göremediler. Vicdan terbiyeleri gereği, nerede boyunduruğu yerde görseler, önce kendilerini suçlu ve görevli hissederlerdi. Bir sonraki gün 'burasının Müslüman mezarlığı olarak kalması için' döndüler. Mezar taşları dikip, ellerinde getirdikleri yağlıboya ve fırçalarla isimleri yazmaya koyuldular. Vatan yolunda, iman yolunda gencecik yaşlarda annelerinden kınalı kuzular olarak ayrıldıklarında adları çoktan 'Mehmetçik' olarak kayıtlara düşülmüştü. Diktikleri taşlarının üzerine ay yıldız boyadılar. 'Bu kadar da olmaz ki' denilmesin diye kimine 'Mehmet', kimine Ahmet, kimine Muhammet yazdılar. Sonra biri 'Aman Hamza yazmayı unutmayalım.' dedi. Gelsin Ali'ler, Halit'ler, Salahuddin'ler, Eyyüb'ler, Fatih'ler, Süleyman'lar!.. Köklerle bu ilk buluşmadan sonra genç adamlar esas işlerine koyuldular. Bir okul açacaklardı. Aceleleri vardı. İtinayla vicdanlarında taşıdıkları bir insanlık mayası, heybelerinde patlamak üzere olan hayat tohumları vardı. Mevsimler gelip geçmeden, ömür saatinin kumu akıp gitmeden bunları bir an evvel toprağa katmak, gönüllere düşürmek zorunda idiler. Okulla ilgili ilk araştırma sonuçları olumsuz çıktı. ABD ve Fransa, devlet düzeyinde sahiplendiği için sadece iki devletin okulu vardı. Ama onların o tarihlerde kendilerine sahip çıkacak bir devleti yoktu. Asık suratlı, çatık kaşlı Beyefendi, 'Sonunda burada da mı karşımıza çıktınız, devlet sizi bu işlerin içinde görmek istemiyor.' demiş, elçiliğin kapısını suratlarına kapatıp, 'ilgili yerleri uyarmıştı'. Nihayet son kararın arifesinde idiler. İki genç adam, arifeyi bayrama çevirmek aşkıyla gece hiç uyumadılar. Seher vakti evi terk ettiler. Biri haberi, nihai haberi almak için Meclis'e, diğeri Şehitler Hıyabanı'na gitti! Dertlerini dualara katık yapıp, sert Galiçya rüzgârları ile arzın dört bir yanına saldılar. Islık çalarak geçip giden rüzgârlar, bu genç adamların insanlığa gönderdiği bir çığlık oldu. Bu küçük ülkenin Meclis'inde toplantı bitmişti. Kale kapısı gibi dev meclis kapısı aralanıp da ilk ışıklar dışarıda bekleyen genç adamın yüzüne düştüğünde, kalbi duracak gibiydi. Az sonra göreceği nasiyelerde acaba bir muştu yakalayabilecek miydi? Oysa, talep ittifakla reddedilmişti. Derken içeriden bir ses duyuldu: 'Beyler aslında başkalarına nasıl evet dediysek, ayrımcılık yapmayalım, bunlara da evet diyelim, beğenmezsek kapatırız.' Niçin ve nasıl? Bunu kimseler bilemeyecek! Kapılar yeniden kapandı. Tekrar açıldığında karar büyük çoğunlukla 'evet' çıkmıştı. Genç adam, bu muştuyu şehitlere ve kader ortağına uçurmak için, tıknefes koştu. Oysa arkadaşı da 'Üzülme, sonuç müspet çıkacak.' demek için sevinç ve coşkuyla hıyabandan ona doğru yürüyordu! Bir de ne görsün, başında kara kalpağı, sırtında siyah paltosu ile kendisine doğru yürüyen bu adamın arkasında, zafere kilitlenen küheylanlarını dizginlemeye çalışan beyaz sakallı, beyaz sarıklı süvariler tozu dumana katarak geliyorlardı. İki genç adam kucaklaşıp hıçkırıklar içinde bayramlaştı. Bu bir asırlık bayramlaşmadan sonra kol kola girip, şehrin sabahında, kızıl ateşlere boğulmuş ufka doğru yürüdüler...
<< Önceki Haber Uzaklardaki Bayram'ın mimarlarına Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER