Mehmet Âkif’i nasıl an(l)ıyoruz?

Hem 2011’in hem de Mehmet Âkif Yılı’nın sonuna geldik. Resmî ideolojinin ‘İstiklal Marşı Şairi’ sıfatıyla flulaştırdığı portresinin ötesinde ele aldık.

Mehmet Âkif’i nasıl an(l)ıyoruz?

2011 yılı geldi ve geçti. Yeni bir yıla girerken nice dilek ve temenni havada uçuşacak. Âdet olduğu üzere yılın ‘en’leri listesi etrafta dolaşmaya başladı bile. Belki de yılın ‘unutulanları’ listesine Mehmet Âkif’i de dâhil etmemiz gerekecek. Adına yıl tahsis ettiğimiz düşünce ve sanat hayatımızın çok önemli şahsiyetlerinden birisi olan Mehmet Âkif’i kendi yılında hak ettiği biçimde andığımızı söylemek zor. Hatta Mehmet Âkif Yılı’nın bitmesine sayılı günler kala Mısır Apartmanı’nda açılacağı söylenen Mehmet Âkif Müzesi’ni bile açabilmiş değiliz. Kültür Bakanlığı’nın geçen mart ayında müjdesini verdiği müze ile ilgili son açıklama “Âkif’in hangi dairede kaldığını araştırıyoruz.” olunca onu gündemleştirme konusunda başarılı bir sınav verdiğimizi düşünmek zor. Elbette yıl içinde birçok etkinlikle anıldı Âkif, protokol konuşmalarında mısraları yine dillerden düşmedi. Törenlerde ve okullardaki programlarda hakkında çok konuşuldu; fakat resmî ideoloji tarafından ‘İstiklal Marşı Şairi’ sıfatıyla flulaştırılan portresinin dışına hiçbir zaman çıkılamadı. Hâliyle “Âkif’i nasıl anlamalı, okumalı ve Âsım’ın nesline nasıl aktarmalıyız?” sorusu pek sorulmadı. İstiklal Savaşı’nda, pek çok Batıcı aydının aksine, cephe cephe, cami cami koşup ruhları dirilten ateşli konuşmalarıyla hatip ve vaiz Âkif’e; Türkçe, Arapça ve Farsça yüzlerce şiirin yanı sıra Kur’an’ı Kerim’i beynine nakşeden hâfız Âkif’e; sözüne sonuna kadar sadık Âkif’e; üç kıtanın tarihini bütün derinlikleriyle bilen ve bu coğrafyanın dertlerini omuzlayan mütefekkir Âkif’e; varını yoğunu muhtaçlara dağıtan cömert Âkif’e; hasıl-ı kelam bütün bunları cem ettiği kimliğiyle mümin Âkif’e göz atalım istedik. Çünkü bu mütefekkir ve münevver insanı, İstiklal Marşı şairliği sıfatının gölgesinde değil, Türk aydınına da rol modeli oluşturan farklı özellikleriyle anlamak mümkün ancak. Mütefekkir Âkif... Mehmet Âkif’in yazdığı şiir ve yazılarıyla, eylem adamlığıyla yaptığı her hareketi bir cümle ile özetlemek gerekirse Müslüman şahsiyetin fikir, his ve amel olarak yeniden ayağa kalkması diyebiliriz. Bunun nasıl olacağının işaretini ise kendi hayatı ile bir tablo gibi resmediyor. Şiirleriyle, makaleleriyle, vaazlarıyla, verdiği dersler ve tercüme ettiği çağdaş İslam mütefekkirlerinin eserleriyle hakikati aktaran Âkif, İslam dininden uzaklaşmakla düştüğümüz manevi boşluğu ve sefaleti de haykırmaktan geri durmaz. Batılılaşmanın yanlış anlaşılmasını kendine dert edinen şair, bu medeniyet dayatmasına karşı sert mısralar yazarken, İslam idealinden uzaklaşan milletin hüsranını yüreğinin en derininde hisseder. Bunları safha safha anlattığı Safahat, mütefekkir Âkif’i görmek için yeterli. Batıcıların şairi Tevfik Fikret ile çatışmaktan, Türkçülere ‘Süleymaniye Kürsüsünde’ şiiriyle sosyal tenkit yapmaktan çekinmez. Sözünün eri Âkif Sohbetine doyum olmadığı söylenen Âkif, başka kimseler hakkında asla konuşmayan, seciye sahibi, dürüst, doğru ve mert biri olarak tanınır. Haksızlığa karşı ise celalli ve öfkeli bir kişiliğe sahiptir. Yaşadığı neyse yazdığı odur. Sözüne nasıl sadık bir insan olduğunu dostu Mithat Cemal Kuntay’dan dinleyelim: “Meşrutiyet’in ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Âkif’in kullanmaktan hazzetmediği şeyler işlemedi: Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa’daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmedi. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken, nihayet kapı çalındı; fakat... Âkif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğini merak ettim. Beylerbeyi’nden nasılsa Beşiktaş’a bir vapur işlemişti. Beşiktaş’tan Çapa’ya bu havada bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça, Âkif de benim hayretime şaşıyordu: ‘Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü, söz vermiştim.’ İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması o gün beni ürküttü. ‘Âkif’ dedim, ‘Sen eğer verilen sözün mânâsını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de, ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün şiddetli lodosa bile tahammülü yoktur!’ ‘Ben böyleyim!’ dedi. ‘Ben de böyleyim!’ dedim. Bu vak’adan sonra, ona söz vermekten korktum. Dost Âkif Mehmet Âkif’in dost anlayışını sağlıklı bir şekilde irdelemeden, onun aydınlar ve ilim adamlarıyla ilişkilerinin niteliğini anlamak kolay değildir. Bir aydını ve ilim adamını sevdiği zaman ondan ayrılmaz, dostlarıyla yakın olabilmek için sık sık ev değiştirirdi. Yakın dostu Eşref Edip, “Üstad, Ferid Bey’i çok severdi. Onunla daha sık, daha yakından görüşmek için evini Beylerbeyi’ne nakletmişti.” derken nasıl bir gönül adamı olduğunun işaretini veriyor. Bu sebeple “İstanbul’da oturmadığım semt kalmadı.” diyen Mehmet Âkif, hiç yüzünü görmediği insanlara karşı bile aynı duyarlılığı gösterir. Dost tanımına giren yakınlarına, değer verdiği büyüklere ve küçüklere bazen şiirlerini bazen kitabını ithaf etmesi dostlarına olan sadakatini gösterir nitelikte. Bu dostları arasında Eşref Edip, Binbaşı Şükrü Bey, Babanzade Ahmed Naim, Süleyman Nazif, Muhiddin Targan, Mithat Cemal, Neyzen Tevfik, Kuşçubaşı Eşref, Şefik Kolaylı, Hasan Basri Çantay, Ömer Rıza Doğrul gibi isimleri saymak mümkün. Onun nasıl bir dost olduğunu anlamak için sözü dostu Eşref Edip’e bırakalım: “Mütareke zamanında idi. Bir gün Sebilürreşad idarehanesinde oturuyorduk. Neyzen Tevfik çıkageldi. Üst baş perişan, selam vererek içeri girdi. Şöyle bir tarafa yıkıldı, çok sarhoştu. Biraz geçtikten sonra rakı dolu mataradan birkaç yudum aldı. Fakat artık bir yudum bile içecek hâli kalmamıştı. Nihayet neyini alarak üstadın oturduğu koltuğun önünde, onun dizi dibinde yere oturdu, üflemeye başladı. O hâlde muhrik (yakıcı) bir taksim yaptı. Baktık, üstadın gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Neyzen bunu görünce neyi bıraktı, üstadın boynuna sarıldı. Sakalından, yanaklarından öpmeye başladı. Öptü, öptü... Biz bu manzara karşısında mebhût (şaşkın) kaldık. Âkif neye ağladı? Neyin hazin sesine mi, Neyzen’in bu hâline mi? Artık ne bizim sormamıza lüzum vardı, ne onun söylemesine...” Vaiz ve hatip Âkif Âkif’in Safahat’ın ikinci kitabına ‘Süleymaniye Kürsüsünde’, dördüncü kitabına ‘Fatih Kürsüsünde’ adlarını vermesi ve o tarzda nasihatlerde bulunması bile onun nasıl bir vaiz olduğunu anlamaya yeter. 1920 başlarında İstanbul dışına çıkarak halkı millî mücadeleye davet eden Mehmet Âkif, dili ve kalemiyle memlekete sahip çıkan bir mücadele adamı olur. TBMM’de nadiren söz alarak kürsüye çıkan Âkif, Eskişehir, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Konya, Antalya ve Kastamonu’da halkı aydınlatır. Çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerindeki şiir ve makaleleri Rusya, Mısır, Suriye ve Anadolu’da büyük yankı uyandırır. Cami kürsü ve minberlerine çıkıp vaazlar, hutbeler vererek ateşli konuşmaları ile vatanın her bir köşesi işgal edilmiş bir milleti ayağa kaldırmak için elinden geleni yapar. Yine yakın dostu Eşref Edip, Âkif’in işgal edilmiş İstanbul’da dergiyi çıkarma imkânı kalmayınca Kastamonu’ya gidişini ve Nasrullah Camii’nde verdiği vaazı şöyle anlatır: “Üstat, Sevr muahedesinin (antlaşmasının) öldürücü maddelerini herkesin anlayabileceği tarzda anlattı. Vatanın geçirdiği tehlikeleri halkın gözü önüne koydu. Vahdete davet etti, tefrikayı yerin dibine batırdı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu: ‘Milletler, topla tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi menfaatini temin etme kaygısına düştüğü zaman yıkılır... ‘Konuşma bittiğinde cemaat ağlıyordu. Ortalığı müthiş bir heyecan kaplamıştı. Üstat da kendinden geçecek dereceye gelmişti. Artık sesi kesiliyordu, çok yorulmuştu. Heyecanından kalbi duracak diye korkuyordum. Sonra ellerini kaldırdı duaya başladı. Aman Allah’ım, cemaatin hâlini görmeliydiniz. Galeyan içinde, binlerce sineden ‘Âmin!’ sedaları yükseliyordu, herkes ağlıyordu. Üstat duayı bitirdi, kürsüden indi. Cemaat, etrafından ayrılmıyordu. Üstat, bir müddet istirahatten sonra camiden çıktı, büyük bir cemaat onunla birlikte Kastamonu caddelerini doldurdu. O heyecan bütün şehre yayıldı.” Cömert Âkif Merhum Mehmet Âkif’in ahlaki meziyetleri, insani vasıfları şiirinin çok daha üstündeydi desek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Karakter sahibi bu insan hayatı boyunca güçlükle geçinmesine rağmen, İstiklal Marşı yazıldığında ödül olarak konulan 500 liraya tenezzül etmemiş, hatta bu fakr u zaruret içinde cömertliği ve eli açıklığı bırakmamıştır. Yakın dostlarından Hasan Basri Çantay bakın onun cömertliği ile ilgili neler anlatıyor: “Üstat, bütün hayatını fakr u zaruret içinde geçirdi. Böyleyken hâlinden şikâyet ettiğini ne ben ne de diğer yakınları duydu. Bununla beraber kendisi gayet cömertti. Kesesinde kaç kuruşu var ise isteyene istemeyene dağıtırdı. Hiç unutmam, bizi Ankara’da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz gitmek üzere iken o, koşa koşa bize geldi, dedi ki: ‘Bu akşam çayı sizde içeceğiz.’ Ben tabii memnun oldum. Fakat sebebini de anlamak istedim. Sordum, gülerek dedi ki: ‘Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler.’ O oda ki, mefruşatı zaten o tek kilimden ibaretti, zaten onu da bir fakire veren kendisiydi. Yine müthiş bir kış günündeyiz. Âkif’i kır bir ceketle görüyoruz. Üşüyor; ama hissettirmemeye çalışıyor. Araştırdım; paltosunu evinin kapısına gelen çıplak bir fakire giydirmiş!” "Bir Samimiyet Abidesi" Mehmed Âkif'i Anma Programı 30 Aralık 2011 Cuma akşamı saat 23.10'da Samanyolu Haber Tv'de izleyebilirsiniz. Aksiyon
<< Önceki Haber Mehmet Âkif’i nasıl an(l)ıyoruz? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER