12 Eylül dünyası


12 Eylül darbesinin gerçekleştiği 1980 sonbaharında dünya ahvali nasıldı? Vahimdi! Kelimenin tam anlamıyla berbattı! Cipciddiydi! 1948 Berlin, 1951 Kore ve 1962 Küba krizleri hariç tutulursa, Soğuk Savaş modern tarihteki en zirve noktasına ulaşmış durumdaydı ki, bunu saptamak için kısa bir tur atalım. BREJNEV yönetimindeki Sovyetler Birliği iç bünyede durağanlık krizi yaşıyordu. Ancak, bir süre sonra kendisini yok oluşa götürecek olan askeri teknik lobinin “ileri kaçış” stratejisine uygun olarak bunu dış bünyede yayılmacılığa dönüştürmüştü. SSCB artık hızla yükselen bir emperyalist güçtü ki, kâh bizzat kadro göndererek, kâh da Castro’nun lejyoner askerlerini kullanarak Afrika Angola’sından Ortadoğu Suriye’sine, oradan Asya Afganistan’ına, kürenin dört bir yanında hayati mevziler kazanıyordu. Zaten de 27 Aralık 1979’da o Afganistan’ı açıkça ve resmen işgal etti. Çok çok daha önemlisi, yukarıdaki Soğuk Savaş’ın hayati noktasını oluşturan Merkezi Avrupa’ya orta menzilli nükleer füze yerleştirerek “denge statükosu”nu tamamen değiştirdi. NATO’nun bu dengeyi tekrar sağlamak için yine aynı yılın sonunda misilleme füzeleri konuşlandırmak kararı alması ise Kremlin’i çileden çıkardı. ÖYLESİNE çıkardı ki, tehditler bir yana, Moskova şimdi saftirik barışperestleri ve 5. kol komünist partilerini seferber ederek Batı’yı cebren geri adım atmaya zorlamaktadır. Artı, çok güçlendirdiği donanmasını da zırt pırt Türk boğazlarından geçirerek ta Deli Petro’dan beri hedeflediği “sıcak denizlere inmek” projesini artık fiiliyatta uygulamaktadır. Buna karşılık, Vietnam Savaşı’nın travmasını üstünden atamamış olan ABD her yerde geri çekilmektedir. Geleneksel tecritçi politikalar kamuoyunda yeniden prim yapmaktadır. Üstelik Jimmy Carter gibi iyi niyetli bir naifin yönettiği o ABD yanlış tahliller sonucu ne İran’daki değişim dinamiğini zamanında kavrayabildi, ne de Mollaların Tahran’daki Amerikan diplomatlarını 444 gün boyunca rehin almasının utancını üzerinden atabildi. Özetlersek, Türkiye’nin 12 Eylül darbesini yaşadığı 1980 sonbaharında dünya ahvali aynen “Bindik bir alamete, gidiyoruz bir kıyamete” deyimindeki gibidir. O Türkiye ise zaten o kıyametin tam göbeğindedir. Deccal çoktan kapımızı çalmıştır. İktidar ve muhalefetiyle basiretsiz, muhteris ve ilkesiz bir siyaset sınıfının kol gezdiği ülkede ne devlet mekanizması işlemektedir, ne de “hayat hürriyeti” garanti edilebilmektedir. Kan gövdeyi götürmektedir ki, adı telaffuz edilmemiş bir iç savaş hüküm sürmektedir. Siyasi kaosa ek olarak iktisadi durum da felakettir. Nitekim Amerikalı Carter, Alman Schmidt, Fransız d’Estaing ve İngiliz Callaghan’ın katılımıyla 1979 Ocak’ı Guadelup’unda toplanan “Dört Büyükler” zirvesinde Türkiye ilk gündem maddesini oluşturmuştur. Ankara’yı “acilen kurtarmak” kararı alınmıştır ama Washington ve Brüksel’de açık açık, bu kurtarmanın artık gerçekten mümkün olup olmadığı derin kaygılarla tartışılmaktadır. İMDİİ, darbe ister “dış mihraklı” olsun, ister olmasın, yukarıdaki dünya konjonktürü ve Türkiye kaosu soğuk, mesafeli ve nesnel bir biçimde tartıldığı takdirde, Batı “dış mihrak”ının 12 Eylül’ü desteklemesi, en azından “ferahlaması” kadar normal bir şey olamaz! Aksi düşünülebilir mi, Türkiye’de kısmi istikrar sağlayacak ve her halükârda da onun “elden çıkmasını” önleyecek bir müdahaleye tabii ki göz yumulacaktı. Hatta göz kırpılacaktı. Darbeden otuz yıl sonra anakronik ve sahtekâr bir “ahlakçılık” oyunu oynamayalım. Soğuk Savaş dönemindeki diğer realpolitik oyunun kurallarını da asla unutmayalım, salı günü esas hayati noktayı, yani 12 Eylül’ün ertesindeki 13 Eylül’ü işleyeceğim.
<< Önceki Haber 12 Eylül dünyası Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER