Ahmet Bilgin Hocaefendi dualarla uğurlandı

Hayatını ilim, irşad ve talebe yetiştirmeye adamış eski vaiz ve müftülerden Hacı Ahmet Bilgin Bursa'da 3 Haziran 2011 Cuma günü vefat etti.

Ahmet Bilgin Hocaefendi dualarla uğurlandı

1920 yılında Yozgat'a bağlı Derbent köyünde dünyaya gelen 91 yaşındaki altı çocuk babası, 90 civarında torunu bulunan Hacı Ahmet Bilgin 22 senedir Bursa'da oturuyordu. Cenazesi 4 Haziran Cumartesi günü öğle vakti Emir Sultan Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra kalabalık bir cemaat eşliğinde Emir Sultan mezarlığında toprağa verildi. Cenaze namazına Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Bursa Valisi Şahabettin Harput, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, milletvekilleri, merhumun ailesi ve yakın dostlarının yanı sıra yüzlerce seveni katıldı. Ailesi, tören öncesi taziyeleri kabul etti. Cenaze namazının ardından kısa bir konuşma yapan eski vekillerden Yasin Hatipoğlu, merhum Hacı Ahmet Bilgin ile ilgili şunları kaydetti: “Gerçek bir ilim adamıydı, tetkik eden, tatbik eden hülasa aldığını kendinde tutmayan başkalarına aksettiren bir insandı. 55 yıl beraber olduk. Şahadet ediyorum, Rabbim akıbetini ve ahiretini hayretsin. 50 sene beraber olmuş bir insan olarak bütün haklarım hocaefendiye helal olsun.” Cemaatten helallik istenmesinin ardından merhumun naaşı omuzlarda taşındı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da, hocaefendinin tabutunu bir süre taşıdı. Bu vesileyle kendisiyle 6 Ekim 2006'da İstanbul'da yaptığımız röportajdan ibretlik bazı pasajları aktaralım. HACI AHMET BİLGİN İLE RÖPORTAJ -Hacı Ahmet Bilgin kimdir, kısaca kendinizi ve ailenizi anlatabilir misiniz? Yozgat'ın Derbent köyünde dünyaya gelmişim. Babamın adı Hüseyin, annemin adı Hatice, yakın akrabalarımın dediklerine göre normal olarak 1920 doğumluyum. Babamı hiç görmedim, hiç hatırlamıyorum, erkenden vefat edince annem başka bir kocaya vardı. Sekiz yaşındaydım. Böyle yetim bir vaziyette dede ve ninelerimin yanında büyüdüm. Benden başka da çocuk doğmadığından tek bir çocuk olarak kaldım. Buna rağmen kendimde meydana gelen bir aşk, şevk ve bazı mukaddes rüyalar ışığında ilme ve okumaya karşı büyük bir iştiyak duydum. İlkokulu köyde okudum. Bendeki bu istek neticesinde ilk defa köy hocasında Arapça ve Kur'an okumaya başladım. O biraz Arapça biliyormuş. Tecvit talim gibi dersleri okuduktan sonra “artık ben seni okutamayacağım, daha ileri götüremeyeceğim” dedi. Köy yerinde olduğumuzdan yazları çiftçilikle uğraşıyordum. Fakat kışları okumaya devam ettim. Bu böyle üç dört sene devam etti. Ondan sonra askere gittim. -Köyünüzün adı nereden geliyor? Boğazkale'den bizim köye gelinceye kadar gelen derenin üzerinde yirmi kadar değirmen vardı. Suyla çalışırdı bu değirmenler. Ondan daha evvel kayaları tutmuşlar ve derenin önüne bent kurarak baraj yapmışlar. Biriken barajın suları zaman zaman bizim köyün yakınlarına kadar çıkarmış. O yüzden dereye bent kuruldu anlamında önce “dere bent” daha sonra da “Derbent” olarak kalmış. Bizim köyün olduğu yerler, tarihte Hattuşaş olarak geçen Hititlerin bulunduğu bölge içinde geçiyor. -Evlilik ve askerliğiniz hakkında neler anlatabilirsiniz? Askere gitmeden önce erkenden evlendirmek istediler. Yaşım yetmediğinden yaş büyütme hadisesi oldu. Bu yüzden doğumumu 1920'den 1917'ye indirerek yaşımı büyüttüler. 1937 yılında köyümüz Derbent'ten evlendim. Akrabalarım, annesiz babasız olduğumdan bakımımı görümümü yapsın diye evlenmemi istiyorlardı. Öyle de yaptık. Askere gitmeden önce iki tane çocuğum olmuştu. Hatta en büyükleri üç yaşındaydı o zaman. 1940 yılında askere gittim. Niğde'de jandarma olarak yaptım. Bölük yazıcısı idim. Daha sonra Gölcük diye bir yerdeki karakola gönderdiler. Orada arkadaşlar bir köşeye çekilip içki içiyorlardı. Ben onlara katılmıyordum. Köy muhtarının birinden elime “Siyer-i Nebi” adında bir kitap geçmişti. Onu okurken dalar giderdim. Okuyup yattıktan sonra –şimdi bunları anlatamam- çok mübarek rüyalar görüyordum. Kısacası Efendimiz (sav) rüyalarıma geliyordu. Ben askerdeyken hanım ve çocuklarımı himaye edecek, bakımını görümünü yapacak kimsecikler yoktu. Buna rağmen “askerliği bitirince doğruca Kayseri'ye gideyim orada okuyup kendimi yetiştirdikten sonra köye döneyim” diye düşünüyordum. Bu derece ilme ve okumaya âşıktım, o kadar bir aşk şevk vardı. Fakat gidemedim. 1942 yılında terhis olunca çaresiz köye döndüm. Çoluk çocuğun idare ve geçimi omuzlarımdaydı. Jandarma olduğumuz için askerde bize küçük bir maaş veriyorlardı. Ben onunla idare ettim. Fakat köyde eşimle çocuklarımın bakımı görümü vardı. O yüzden köye döndüm. -İkinci Dünya Savaşı'nın olduğu yıllarda askerlik yapmışsınız, o günleri nasıl yaşadınız? 1942 yılında askerliği bitirdik ama bizi tekrar ihtiyat askeri olarak çağırmak üzere idiler. Almanya Rusya'ya saldırmıştı, bize saldırmayacağı anlaşılınca bizi toplamaktan vazgeçtiler. -Genç yaşta evlenmeniz bir sıkıntı oluşturdu mu? Hayatta ne kadar sıkıntı varsa çekilecek, hepsini çektik, hepsini gördük. Yetim olarak büyümenin zorluğunu bir ben bilirim, bir de Allah. Deseler ki şimdi gençliğe dön, hiç dönmek istemem. O kadar sıkıntıdan sonra beş erkek, bir kız çocuk Allah bana nasip etti. Bunların okutulması, bakılması, köyden kurtarılması ve evlendirilmesi gerekiyordu. Hiç unutmam Alaca'da vaiz iken Hacı Hafız adında bir zat “hocam senin nüfusun ne kadar” dedi. 18 dedim. Çünkü ilk torunlarım da olmuştu. Maaşın ne kadar dedi. 180 lira dedim. Peki, nasıl geçiniyorsun bu parayla dedi. Adam başına 10'ar lira düşüyor. “Biz akşam oturuyor nasıl idare ediyor bu adam diye hesap ediyor, başa çıkamıyoruz” dedi. Yahu Hacı ağabey sen neyi düşünüyorsun ki kolayı var dedim. Zengin adamsın, kenarından köşesinden biraz yardım edersin olur biter dedim. Ben öyle deyince tık diye sustu kaldı. Demek ki işler sadakat ve samimiyet üzerine oluyor, bütün işleri Cenabı Hakk'a verdikten sonra mütevekkil olursan Rabbim lutfettikçe ediyor. Çocuklarıma evlendirirken kız sahibi adamlara “Senin kızına şunu şunu verenler vardır -ben ona karışmam verebilirler- onların hiçbirini veremeyeceğim ama ben müslümanca yetiştirdiğim bir oğlumu veriyorum size. İleride bunlar rahat edecek ama onların rahat edip edemeyeceğini bilemem” derdim. Konya'da kaldığımız üç sene zarfında ev kirası veriyorum, evi geçindiriyorum ve kalan maaşla da oğlum Bekir'i evlendirdim. Bir vaiz maaşıyla bugünkü akılla bakıyorum yapılacak gibi bir şey değildi. Rabbim neler lutfediyor Ya Rabbim. Dört odalı bir evdi. Üç tane gelini bir arada bulundurduğumu biliyorum ben. Hep beraber aynı evdeydik. Hadi bakalım şimdi bırak üçünü, iki gelini bir arada bulundur da göreyim… -Çocuklarınız ve torunlarınızdan bahseder misiniz? Arada vefat edenler var. Hayatta olan beş erkek bir kızımız var. Yusuf, Hüseyin, Şahin, Bekir ve Mahmut erkek evlatlar, kızımızın adı da İtibar. Ölenlerden biri kız, biri erkekti. Torunlarıma gelince geçenlerde 87 tane oldu dediler. Elhamdülillah torunumun torunlarını gördüm. İlk oğlum Yusuf, 1961 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Ankara Mamak'tan askerlik arkadaşıdır. Gece Elektrik Direklerinin Dibinde Okudum -Askerden sonra neler yaptınız, ne zaman hoca oldunuz? Askerden geldikten sonra 22-23 yaşlarındaydım. Çiftçilikle uğraşmaya devam ederken yine okuma iştiyakım had safhadaydı. Boş durmuyordum, elime ne geçerse okuyor anlatıyordum. Hem çalışmak hem de okuma gayesiyle Yozgat merkeze gittim. Yozgat'ta inşaatlarda gece bekçiliği yaptım, bir yandan da okudum. Hatta hiç unutmuyorum, akşamları lamba bulamadığımızdan bir elektrik direğinin dibinde elimdeki kitaplara bakıp dersimi okurken bir tarafa ben, diğer tarafa da kitaplarımın atıldığını gördüm. Kitap okumak, hele hele Kur'an okumak çok zordu. Devriyedeki jandarmalar itekleyip elimdeki kitapları savurmuşlardı. Böyle zor günler yaşadık biz. Fakat ben vazgeçecek değildim. Kendi köyümüzden tanıdık ve dükkanı olan bir adam vardı Yozgat'ta. Gündüzleri onun dükkânında istirahatımı yapıyordum, gece de bekçiliğe devam ediyordum. O dükkan sahibi amca bazı ihtiyaçlarını karşılamak ve mal alıp getirmek için Kayseri'ye gidip geliyordu. Bir gün bana “Kayseri'de bir Hocaefendi var, istersen ona git, orada okursun” dedi. Yine bir gidişinde Kayseri'deki o Hocaefendi'nin adresini buldu getirdi, Allah razı olsun. Hocaefendi'nin adı Hüseyin Çorakçı idi. Ben tuttum o adrese bir mektup yazdım. Mektup herhalde çok acıklı olmuş olmalı ki “evladım sen sadece kendin gel, yanında hiçbir şey getirme, bir şey istemez, biz sana bakarız” diye cevap geldi. Dünyalar benim olmuştu. Kuşlar gibi sevindim, adeta uçarak gittim Kayseri'ye. Yıl 1946 idi. Kayseri'ye vardığımda 30 kadar talebe Hocaefendi'nin etrafında ders okuyorlardı. Okudukları konulardan yüksek seviyede olduklarını anladım. Beni de imtihan etti. Benim seviyem de o otuz talebenin seviyesine yakınmış ki onların arasına aldı. İki-üç kış geçirdik Kayseri'de ama o kış günlerini nasıl geçirdiğimizi şimdi ben de şaşıyorum. Soba nedir, ısınma nedir biz görmedik o buz gibi soğuk kış günlerinde. Derslerimiz çoktu, birbiri peşine hiç ara vermeden derslerimize devam ettik. Başta Hüseyin Çorakçı Hocaefendi olmak üzere diğer hocalar bizim yetişmemiz için çok gayret gösterdiler. Orada Üç yıl kadar okuduktan sonra 1949 yılında bize birer icazet vererek “hoca olabilirsin” dediler. Böylece değişik yerlerde vazife yapmak üzere biz oradan dağıldık. -Birçok yerde vaiz olarak çalışmışsınız, vaizliğe nasıl başladınız? Kayseri'de okuyup icazet aldıktan sonra ben köyümüz Derbent'e döndüm. Köyümüzde ve diğer köylerde imamlık yaptım. Bir süre sonra hocamızdan bir mektup geldi. “Sen ne güne duruyorsun, boşuna mı okudunuz, vaizlik müftülük yapacak niteliktesin, Yozgat'ın Maden müftüsüne git, o seni bir yere tayin etsin” dedi. O sırada bir şeyler sebep oldu biz oraya gidemedik. 1950 yılında Çorum'un Alaca ilçesinde ramazan vaizliği yapmak üzere çağırdılar. Orada fahri olarak vazife aldım. Aldık ama beni oradan bırakmadılar ve Alaca'da kaldım. Dört beş sene kadar talebe okuttum, vaaz verdim, hiç boş durmadım elhamdülillah. 1955 yılında Diyanet İşleri bir vaizlik imtihanı açtı. Ankara'da imtihana girdik, orada çok yetkili hocalar bizi imtihan ettiler. İmtihana girdiğimizde Türkiye çapından sadece yedi kişi müracaat etmişti. O yedi kişinin içinden dört kişi imtihanı kazandık. Artık resmi ve kadrolu olarak 1955 yılında Alaca'da vaizliğe atandım. Toplam olarak Alaca'da 1950 yılından 1969'a kadar yirmi yıl kaldım. -27 Mayıs 1960 ihtilali olduğunda neredeydiniz? Ben o sırada Alaca'da müftü idim. İhtilalden sonra bizi mahkemeye verdiler. Yedi ay kadar mahkeme devam etti. Güya ben yeni kurulan hükümetin dinsiz olduğunu söylemişim. Bu tür iddialarla beni şikâyet etmişler. Mahkemenin sonunda en ufak bir şey bulamadılar. Tayinimi Yaşar Tunagür Hoca Yaptı -Müftülüğünüz nerelerde geçti? Alaca'da resmi göreve başladıktan sonra müftümüz vefat etmişti. Beni onun yerine müftü tayin ettiler. Fakat ben oturmayı seven biri değildim, müftülük resmi olarak dairede masa başında oturmayı gerektiriyordu. Hoşuma gitmedi, aktif olarak dolaşıp çalışmak istiyordum. Bu meyanda Alaca'da ilk İmam Hatip Okulunu biz açmıştık. Camilerin tamiri, insanlara bir şeyler anlatmanın kutsiliği bana daha cazip geliyordu. Baktım ki müftülükte vaktin çoğu oturmakla geçiyor, gelen dosyalara bir iki imza atıyorsun o kadar. O dönemde çocuklar büyümeye başladılar. Bekir İstanbul'a gitti, 1969 yılında oğlum Yusuf Konya Yüksek İslam Enstitüsü'nde okumaya başladı. Mahmut da Alaca İmam Hatip Okulunda okuyordu. Amacım bütün çocukları Konya'da toplamaktı. Ben de tayinimi Konya'ya yaptırmak istiyordum. Müftülüğüm esnasında Ankara'ya gideyim, durumumu anlatayım, “Ben müftülük yapmak istemiyorum” diyeyim diye düşünüyordum. Kalktım 1969 yılında Ankara'ya gittim. O sırada Diyanet İşleri'nde söz sahibi Yaşar Tunagür Hocaefendi idi ve başkan vekili gibi etkili bir konumdaydı. Yaşar Tunagür Hocanın yanına gittim. Giderken de beraber ders okudukları Sadık hoca isminde bir arkadaşının mektup ve selamını götürdüm. Diyanet'te makamına çıktım, durumu anlattım. Şöyle bir güzelce dinledi ve “Yaaa” dedi. “Sen kendin ilim adamısın, iki tane çocuğun dışarıda, biri Alaca'da okuyor, bir de sen dört kişi, siz bu dine hizmet edip çalışacaksınız, sizleri tebrik ediyorum. Söyle bakalım, İstanbul'u mu, Ankara'yı mı, İzmir'i mi istiyorsun, nereye istiyorsun tayinini?” dedi. Hiçbirini istemiyorum, sadece Konya'yı istiyorum dedim. “Niçin orayı istiyorsun” dedi. Ben de çocukları orada toplamak istiyorum, en büyük ağabeyleri Konya'da Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuyor, her birinin ayrı ayrı masrafları oluyor, onun için hep beraber olursak daha derli toplu oluruz dedim. O arada bana bir çay söyledi. Sen şimdi çayını iç, bir dinlen bakalım dedi. Ben çayımı içerken hemen yazıcısını çağırdı. Ona bir şeyler söyleyerek emir verdi. Ben daha çayımı bitirmeden ağzı kapalı bir zarf getirdiler. Tayinimi Konya'ya yapmışlar ve zarfı bana verdiler. Böylece Konya merkez vaizi olarak tayinimiz yapılmış oldu. Konya'da 1973 yılına kadar üç, üç buçuk sene kaldım. -Konya'dan sonra nereye gittiniz? Konya'dan 1973 yılında ayrılarak tekrar Alaca'ya döndük. Orada kendi evimiz vardı. Çocukların evlilikleri oldu, onların ihtiyaçlarını karşıladık. 25 seneyi doldurmadan bana bir kalp rahatsızlığı geldi. Emekliliğimin dolmasına daha iki yıl varken 23 senenin sonunda 1977 yılında emekli oldum. Ondan sonra hep talebe okuttum, insan yetiştirmeye gayret ettim. Sıkıntılı ve Yasaklı Dönem -Gençliğiniz yasaklı dönemde geçmiş, ezan, Kur'an ve dini hayatın kısıtlandığı bir dönemde yaşamışsınız. Misal olması bakımından başınızdan geçen hadiselerden bir kaçını anlatır mısınız? Sayılamayacak kadar yaşadığımız sıkıntılar var. Hangi birini anlatayım ki? Bir iki tanesini aktarayım isterseniz. Yozgat'ta iken köyümüze yakın Sarılar köyünde ramazan dolayısıyla imamlık yapıyordum. Köydeki ilkokulda vazifeli bir eğitmen vardı. Tam da öğretmen değildi ama çocuklara okuma yazma öğretiyordu. Ben de etrafta fazla insan görmeyince ezanı eski usulden kendi lafzıyla okuyayım dedim. Ezanın sonuna geldiğimde baktım yoldan o eğitmen geliyor. İster istemez gayri ihtiyari ezanı okumakta duraklamışım. Adam da yanıma doğru geldi. Benim ezanı durakladığımı görünce “hocam ben Müslümanım elhamdülillah, niye öyle beni görünce ezanı kestin” dedi. Daha 25-26 yaşlarında bir gençtim o zaman. Köye bir jandarma geldi mi bir vali gelmiş gibi karşılanırdı ve jandarmanın istediği mutlaka olurdu. Camileri ambar yaptılar. Toplanan öşürleri oralara koydular. Hatta askeri sevkiyatları da camilere doldurdular. Şimdiki gibi değildi. Askere gidecekleri bir yerde topluyor, oradan da sevkiyatları yapılıyordu. İşte camileri de bu iş için kullandılar. Bir daha Allah göstermesin, askerleri camiye doldurunca caminin ne mihrabı, ne minberi ne de halısı kalırdı. Her taraf pislik içindeydi. İkinci bir hadise de şudur: Kayseri'de okurken ders mütalaa ediyorduk. Bir yatsı namazını müteakip Hacı Hüseyin Hocaefendi'nin evinde ders yapıyorduk. Ders yaparken kapı çalındı. Gelenler polisti. Biz talebeler korktuk tabii. Hocaefendi “sakın istifinizi bozmayın, kitaplarınızı da kaldırmayın, evladım birisi gitsin kapıyı açıversin” dedi. Kapıyı açtılar, üç tane komiser kapıda bekliyor. Sonra Hocaefendi bize “siz serbestsiniz, bugün ders yapılmayacak” dedi. Sonra komiserlerle beraber ayrı bir odada görüşmeye çekildiler. Biz o gün ders yapamadık. Meğer sonra öğrendik ki Hocaefendi o komiserlerden daha önceden izin almış ve öyle ders veriyormuş. Ehli insaf sahibi insanlarmış o komiserler. Ara sıra böyle kontrole gelir gibi geliyorlarmış. Yoksa mümkün müydü öyle otuz talebeyi bir yerde toplayıp okutmak. -1950 yılından sonra Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle nasıl bir değişim yaşandı? Her şeyden evvel ezanların asli hüviyetinde okunduğu gün minarelerin dibinde kurbanlar kesildi. O sırada benim bulunduğum yerde minareli cami yoktu ama gören insanlar anlattı bana. Bütün şehirlerde herkes bir coşku ve heyecan içindeydi. Camilerin bahçelerinde dolup taşan insanlar hep kurban kestiler, dua ettiler. Ondan sonra içtimai hayatta çok değişiklikler oldu. Kur'an Kursları ve İmam Hatipler açıldı. İnsanların ekonomik durumları düzelmeye başladı. Bursa'da Geçen Bereketli Yıllar -Emekli olduktan sonra ne yaptınız? Alaca'dan Bursa'ya ne zaman geldiniz? Çocuklardan ikisi Yusuf'la Şahin Bursa'daydılar. Birisi İstanbul'daydı. Onlar ağırlığını koydular. Alaca'da birşeyin kalmadı, zaten emeklisin, artık Bursa'ya yanımıza gel dediler. 1989 yılında Alaca'dan Bursa'ya geldim. Geldim ama bu işin zahiri tarafı. Sebepler planında bunlar oldu fakat Bursa'ya gelmemin ondan daha kuvvetli ve daha derin sebepleri var. Onları da söyleyemem, orası benim iç dünyamla alakalı. Bizim biraz da tasavvufi yanımız var. Yozgat'taki Sadi Efendi'nin arkadaşı Bursa'da tasavvuf ehli bazı talebelerin başındaydı. Orada onlara ders veriyordu. O insan vefat edince bizim oraya gelmemiz tevafuk oldu. Sadi Efendi bana “Bursa'daki arkadaşlara vaziyet ederseniz, derslerine göz kulak olursanız, sohbetlerini yaparsanız iyi olur” dedi. Böylece Bursa'ya gelmemiz bir anlam kazandı. Aşağı yukarı yirmi seneden beri Bursa'da bir çevremiz oldu. Kadını erkeği, esnafı talebesi derken herkes tanıyor bizi. Bir şeyler sorup ediyorlar, talebelerim var. Onları yalnız bırakmak istemiyorum. Hanımlar kendi aralarında yaptıkları sohbetler var. Bana soruları oluyor, yanıma gelemeseler de telefonla sordukları soruları cevaplıyorum. Bursa'yı çok seviyorum, orayla adeta bütünleştim ben. Şimdilerde artık talebe okutamıyorum, en son torunum Yasir'i okuttum. Maani Muhtasar'a kadar benim yanımda okudu. Artık ondan sonra talebe okutamıyorum, yaşlılığın verdiği durumla talebeye tam eğilemiyorum. Fakat soru cevap şeklinde olursa sohbet mahiyetinde sorulara cevap veriyorum. Bursa'nın hanımlarını maşallah çok çalışkan buldum. Mahallesinde yirmi otuz kadar kadını toplayıp ders veren hanımefendi hocalar var. Okumuşlar, kendilerini yetiştirmişler. Onlar da gelir benden sorarlar. Üzerinden gün geçmez ki hemen ararlar, sorarlar. İşte bu şekilde devam ediyoruz. Torunum Rabia'nın kızı Sümeyye de kadınlarla ilgilenir sohbet eder, onun da bana soruları olur, onu özel olarak okuttum diyebilirim. -İlim ve insan yetiştirme hususunda hassas duruyorsunuz. Sebebi nedir? Bakın size bir şey anlatayım. Bir gün bir ilim adamına ziyarete gitmişler. Bakmışlar ki ilim adamı ağlıyor. Aman efendim, neyiniz var, hasta mısınız? Değilim diyor. Peki bir ihtiyacınız mı var? Hayır yok. Sordukları her soruya gerekli cevabı alamamışlar. Peki o zaman niye ağlıyorsun demişler. “Üç günden beri kimse bana bir şey danışmaya gelmedi, birşeyler anlatamadım, onun için ağlıyorum” demiş. Bizim insanımız, bizim dünyamız buydu. Bizim dünyamız deyince Osmanlı dönemindeki ilim adamları aklıma geldi. Zembilli Ali Efendi'yi1 bir düşünün. Adam evinin önüne veya camiye iki tane zembil asmış. Birine sorular, diğerine de cevaplar konuyormuş. Her gün harıl harıl çalışan bir ilim adamı. Bu sorulara verdiği cevaplardan müteşekkil bir Ali Efendi Fetvası oluşmuş. Ne kadar soruya cevap verdiyse hepsini toplamış ve kocaman bir Ali Efendi fetva kitabı oluşturmuş. 1970-73 döneminde Konya'da Aziziye Camii'nde vaizlik yapıyordum. Tahir Büyükkörükçü2 o dönemde müftü idi. Bir de Bozkırlı Mustafa Efendi vardı. Çok mükemmel bir alimdi. Konya'da benimle beraber bu üç isim halkın ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlardı. Onun için yetişmiş ilim adamı, din adamı çok mühimdir. Devamlı anlatması lazım, araştırması lazım, topluma faydalı olmaya çalışması lazımdır. -Hac ve umrelerinizden bahseder misiniz? İlk defa 1954 yılında gittim hacca3. O zaman vapurla gitmiştik. Onu hiç unutamıyorum. Giderken yedi, gelirken yedi toplam 14 kişi öldü vapurda. Defnedecek yer olmayınca cesetleri denize bıraktık hep. Gemi öyle bir çalkalanıyordu ki herkesi sallantıdan bayılıyordu. Yani karada giden arabaların hiç biri öyle sallamaz. İnsanlar ayağa kalkamıyordu. Namazlarını oturarak kılıyorlardı. O kadar feci tutuyordu. İnsanlar baygınlıktan bir şey de yiyemiyorlardı. Gençliğimde çok cevvaldim. Hac ve umre olarak 15 kadar Hicaz'a gittim geldim. Fethullah Gülen Hocaefendi ile Olan Hatıralar -Sizin büyük oğlunuz Yusuf Bilgin hoca 1961 yılında askere gidiyor. Ankara Mamak'ta Fethullah Gülen Hocaefendi ile asker arkadaşı oluyorlar. Siz Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilk defa orada mı karşılaştınız? Ben Fethullah Hocaefendi'yi ilk defa Ankara Mamak'ta tanıdım. Oğlumu ziyarete gitmiştim. Nizamiye kapısında beklerken üzerinde asker elbiseleri olduğu halde Fethullah Hoca çıktı geldi. Herhalde bizim oğlan söylemiş ona, babam ziyaretime geldi diye. Orada söylediği bir sözünü hiç unutamıyorum. “Memlekete annemi görmeye gideceğim fakat oraya bir ünsiyetim olur da çalışmalarımı sekteye uğratır, orada kalırım diye korkuyorum” demişti. Ta o zaman söylemişti bunu. İlim öğrenmeye karşı aşırı bir tutkusu vardı. Annesini görmek istiyordu ama orada kalıp ilim irfandan uzaklaşacağı korkusunu yaşıyordu. Bir ilim adamı vakar ve ciddiyeti içinde buldum onu. Şahsiyetinden belliydi. Askerden sonra yakın bir zamanda görüşmemiz olmadı. -Hocaefendi Çorum'da bir konferans verdi, bu konuda bir malumatınız var mı? Hocaefendi'yi bir defasında Yozgat'a getirmişlerdi. Çorum'da da bir vaaz veya konferansı olacakmış dediler. 1977 yılı olması lazım. Benim yanımda da Sadi Efendi vardı. Hocaefendi'nin kürsüsünün dibine yakın bir yerde oturuyorduk. İhtiyarlığı ben orada anladım. Hocaefendi orada konuşuyordu. Sesi fevkalade duyulduğu halde yanımdaki Sadi Efendi bana “Hocaefendi ne diyor“ diye soruyordu. Kulakları az duyuyormuş, ayrıntıları anlayamıyormuş o zaman. Yaşı doksana yakındı. Camiden çıkıktan sonra Hocaefendi'yle bizleri davet ettiler. Beraberce davete gittik. -Daha sonraları İzmir'de Hocaefendi'yi ziyarete gittiniz mi? Benim büyük oğlum Yusuf'la beraber 1979 yılında İzmir'e gittik. O zaman Hocaefendi Çeşme durağındaki evde kalıyordu. Vardığımızda biraz rahatsızmış, odasına girdik. Gerçekten hastalığı oldukça ızdırap verici idi. Bize özür dileyerek “sizi böyle karşılamak istemezdim” dedi. Oturup konuştuk. Bize izzet-i ikramda bulundu. Fazla rahatsız etmek istemiyorduk. Sonra bize bir araba tahsis ederek İzmir'de gezmemizi sağladı. Bir hayli duygulanmıştık o zamanlar. -Hocaefendi ile başka ne zamanlarda görüştünüz? 1989 yılında Üsküdar Valide Sultan Camii'nde vaaz ederken bir Cuma vaazına gitmiştik. Biraz erken gittiğimden kürsüye yakın bir yere oturdum. Vaazını bitirince kürsüden inerken Hocaefendi'nin etrafını hemen çevirdiler. Hocaefendi o çemberi yara yara yanımızaa kadar geldi. Elimden tuttu kaldırdı ve “bu el öpülür” diyerek elimden öpmek istedi ama ben elimi öpecek kadar vermedim, öpeceğini anlayınca çektim. Öyle orada kucaklaştık, hasbihal yaptık. Ondan sonra cumayı kılmak üzere müezzin mahfiline geçti. Hocaefendi öyle bize teveccüh gösterince herkes “Yahu kimmiş bu Hocaefendi'nin teveccüh gösterdiği adam” diye bize bakmaya başladılar. -Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında daha neler ilave etmek istersiniz? Hocaefendi tam bir ilim ve insan aşığı, hizmet aşığı, ülke ve memleket sevgisiyle dopdolu, insan yetiştirme sevdasıyla şahlanmış, İslam'ın adının dünyanın her tarafında duyulması için kanat çırpan peygamber aşığı bir hizmet adamı. Türkiye'de her kişi, her insan, her kafa bu kadar gençliği etrafına toplayamaz, insanları etkileyemez. Elbette bunda bir cazibe merkezi, sıra dışı bir toplama kabiliyeti var ki, yaptığı konuşmaları ve sohbetleriyle insanlar onun etrafında toplanıyorlar. Gözleri yaşlı, gönlü zengin, sohbetleri etkileyici, muhakemesi yerinde, zeki ve kabiliyetli bir Hocaefendi. İnşallah ileride Sahib-i zaman onun hizmetlerini karşılıksız bırakmayacak, muvaffak edecektir. Sabahleyin doğacak güneşe inandığım gibi inanıyorum buna. Allah takdir etmedikten sonra hiçbir şey olmaz. Onun insan yetiştirmek için verdiği sıkıntıları şimdi oturup konuşması kolay ama bir de ona sormak lazım. Şimdi yetiştirdiği insanlar dünyanın dört bir yanında açtıkları okullarla insanlığın dertlerine derman olmak için koşturuyorlar. Cumhurbaşkanı Özal, sonra Demirel ve Bülent Ecevit gibi devletin zirvesindeki insanlar bu okullara giderek tasviplerini ifade etmişlerdir. Başarılı bulmasalardı böyle konuşmazlardı. -Efendim, çok teşekkür ediyoruz, bize vakit ayırdınız, bunca yorgunluğunuza rağmen güzel şeyler konuştunuz. -Sağ olun var olun, sürçmelerimiz olduysa kusura bakmayın. Ramazan Cihan
<< Önceki Haber Ahmet Bilgin Hocaefendi dualarla uğurlandı Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER