Teröre karşı Bediüzzaman çözümü!

Kâzım Güleçyüz, teröre çözüm için BDP'nin de Bediüzzaman'a kulak vermesi gerektiğinin altını çizdi. BDP'nin yapması gereken ise...

Teröre karşı Bediüzzaman çözümü!

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz'ün yazı dizisinin ikinci bölümü... BDP de Bediüzzaman'a kulak vermeli BDP'lilere düşen, hiç değilse bu noktadan sonra, “Kürtler onunla İftihar ediyor” dedikleri Bediüzzaman'ı tanıyıp anlamak için seferberlik başlatmak olmalı. Zira kendileri için varlık sebebi olarak gördükleri “Kürt sorunu”nun asıl çözüm adresi o. BDP de Bediüzzaman'a kulak verip onu anlamaya çalışmalı BEDİÜZZAMAN′DAN "İKNA" ÖRNEKLERİ Said Nursî, İngiliz işgali altındaki İstanbul'da, Anadolu'daki millî mücadele hareketine verdiği desteği takdirle izleyen Ankara hükümetinin ısrarlı dâvetleriyle gittiği Birinci Meclisten, Van'da temelini attığı, ama Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi dolayısıyla yarım kalan üniversite projesini tamamlamak için destek ve tahsisat istediğinde, “dinde çok lâkayd, Batılılaşma ve an'aneleri terk taraftarı” meb'uslar dahi, talebin kabulü ve öngörülen tahsisatın çıkarılması için imza verirler. Ama onlardan ikisi itiraz eder: “Bizim şimdi geleneksel ve dinî ilimlerden ziyade Batılılaşma ve medeniyete ihtiyacımız var.” Said Nursî bu itiraza cevabında şu misali verir: “Ben Van'da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?' Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.' “Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.' “ (Müküslü Hamza olarak bildiğimiz bu talebeyi tepki olarak böyle bir tavra iten muallimlerin, derslerde Türkçülük telkinleri yapan Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet, Ahmet Ferit, M. Emin Yurdakul gibi isimler olduğu belirtiliyor — Lâtif Salihoğlu, Yeni Asya, 25.6.09) Bediüzzaman, sonrasını da şöyle anlatıyor: “Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 844-5) Devamında, o iki meb'usa dönüp, bu coğrafyada milyonlarca Kürt, İranlı, Hintli, Arap ve Kafkas'ın yaşadığını hatırlatarak, “Acaba komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve İslâm kardeşliğini tanımayan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?” diye sorar ve onlar da kalkıp, tahsisatın kabulü için imza verirler. Bediüzzaman'ın, üniversite projesine itiraz eden meb'uslarla diyaloğunda ve aktardığı anekdotta üzerinde durulması gereken en dikkat çekici noktalardan biri, tartışma üslûbundaki seviye. İtiraz edenlerin “dine çok lâkayd, Batılılaşma ve geleneklerden tamamen sıyrılma taraftarı” olduklarını söylüyor Said Nursî, ama onları “Dinsizsiniz, zındıksınız” diye suçlamıyor, iknayı esas alan medenî bir üslûp kullanıyor ve ikna ediyor. “Farz-ı muhal” kaydı koyarak, kendi hayatlarında dine hiçbir cihetle ihtiyaç duymasalar dahi onları bu yanlış nokta-i nazarlarıyla kabul edip, “Garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız bile” diyor; doğu vilâyetlerinde millet, vatan selâmeti için dine ve İslâmiyetin hakikatlerine taraftar olmanın, onlar için de “lâzım ve elzem” olduğunu vurguluyor. “Çünkü peygamberlerin çoğunun Asya ve doğuda, filozofların da batıda gelmeleri işaret ediyor ki, Asya'yı gerçek anlamda kalkındıracak dinamik fen ve felsefeden ziyade din duygusudur” diyor. Bu izahlarından ve verdiği örnekten sonra iki meb'us itirazdan vazgeçiyor ve modern fenleri dinî ilimlerle kaynaştırarak öğretecek üniversite projesine destek veriyorlar. Bugün kendilerini “modern ve çağdaş” addedenlerin, o dönemde Batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme sürecinin öncüleri konumunda oldukları halde Bediüzzaman'ı dinledikten sonra ikna olan o iki meb'ustan alacakları önemli dersler var. Hâlâ Said Nursî'yi dinlemez, onun dinle fennin birlikte okutulacağı üniversite projesine dudak bükmeye devam ederlerse, takipçisi olduklarını iddia ettikleri öncülerin fersah fersah gerisinde bir bağnazlık içinde olduklarını gösterirler. Aktardığımız bu tarihî ve ilginç anekdotun, Bediüzzaman tarafından, bir haftaya yayılan birkaç sohbette ikna edilen Kürt talebeyle ilgili boyutu da çok dikkat çekici. Orada da yanlışa sapan genç, “Yoldan çıkmışsın” denilerek dışlanmıyor, suçlanmıyor, “yola gelmesi” için ikaz ve ihtar edilmiyor; ikna yoluyla tekrar kazanılmasına çalışılıyor. Ve bunun için bir defalık bir görüşme ile yetinilmiyor, “birkaç sohbet” yapılıyor ve ondan sonra talebe, tepki psikolojisiyle içine sürüklendiği yanlıştan kurtarılarak, tekrar istikametli tavrına döndürülüyor. Bu sohbetlerin detaylarında, davranış bilimcilerin, psikologların, pedagogların çalışma alanına giren önemli prensiplerin tatbiki söz konusu. Bugün şu veya bu sebeple dağa çıkıp terör örgütüne katılan veya yerleşim yerlerinde sempatizanı olan insanların her birinin böyle kurtarıcı sohbetlere ihtiyacı var. Şefkatle, anlayışla, gönülleri kazanmayı hedefleyen kucaklayıcı tavırlarla ve ikna edici izahlarla yapılacak sohbetlere. Öldürmenin çözüm olmadığı, bu fitne yüzünden 40 bin can kaybetmiş olmamıza rağmen terörün hâlâ bitirilememiş olmasıyla da sabit. Ve bu, hadisenin genel bilânçosu olarak önümüzde. O genel tablodaki kayıplar hanesini dolduran her bir vak'a ise, başlı başına yürek yakan trajedilerle dolu. Zübeyir Gündüzalp'in “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş' haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması gerekirdi” sözüyle ifade ettiği müthiş gerçeğin, hayatlarının baharında kendilerini dinsiz teröre adayıp kurban eden her bir gençteki yansımaları ve bunların genişleyen halkalar halinde aile efradında yol açtığı derin acılar hangi tarife sığar ki? Öldürmek için büyük masraflarla harcanan emek, ekonomik açıdan sıfır maliyetli kurtarıcı sohbetlere verilseydi bu hallere gelinir miydi? FİTNEYİ BİTİRMEK İÇİN Terör üzerine bina edilen kanlı ve kirli oyunun bir boyutu da BDP eksenli olarak sahneleniyor. Ve bu parti çift yönlü bir provokasyon tezgâhının tam ortasında duruyor. Tezgâhın bir tarafında, bu partinin verdiği “terör örgütüyle iç içelik” görüntüsü yer alıyor. Hakkında seslendirilen “PKK'nın siyaset ve Meclisteki uzantısı” nitelemesi bunun ifadesi. Prensip olarak, silâhla dağa çıkıp terör eylemleriyle Mehmetçiği ve masum sivilleri öldürmek yerine, “düz ovada siyaset” yoluyla mücadele vermek, herkes tarafından desteklenmesi gereken bir alternatif olmalı. Ama o siyaseti de terörün avukatı ve aracı haline getirmemek şartıyla. Ve HEP-DEP-DEHAP-HADEP-DTP-BDP çizgisindeki temel problem bu. Bu partinin PKK ve İmralı kontrolünde siyaset yaptığı yönündeki yaygın izlenim ve algılama boşuna olmasa gerek. Partinin provokatif söylem ve politikaları, tetiklediği karşı tepkilerle, çözümsüzlük ortamını iyice katmerlendiriyor. Meselâ BDP'li belediyelerin “re'sen özerklik” ilân eden açıklamaları, öteden beri kendilerine yöneltilen “bölücülük ve ayrılıkçılık” suçlamalarına yeni bir dayanak, koz ve gerekçe daha veriyor. Gerçi onlara sorarsanız, buna mecbur kalıyorlar. Hükümetin uyguladığı negatif ayrımcılığın, halka hizmet vermelerini imkânsız hale getirdiğini ve bunun yol açtığı çaresizlik dolayısıyla o kararı vermek zorunda kaldıklarını ifade ediyorlar. İktidar partisinden olmayan belediyelerin yaşadığı zorluklar, genel anlamda, parti ayrımı söz konusu olmaksızın, muhalefetteki her parti için geçerli olacak şekilde, demokrasimizin öteden beri devam edip gelen kronik sorunlarından biri. Seçimi bir muhalefet partisinin adayı olarak kazandığı halde, bir süre sonra iktidar partisine transfer olan belediye başkanlarının kendilerini böyle bir tercihe mecbur hissetmelerinin en önemli sebebi bu; engelleme ve imkânsızlıklar dolayısıyla hizmet ve icraat yapamamak. Bu hem bir sistem, hem de zihniyet problemi. Aşılmasının yolu, fiilî durum yaparak re'sen özerklik ilân etmek gibi derebeyi yöntemlerinden değil, demokratik bir zihniyet dönüşümünden ve bunu hızlandıracak yapısal reformlardan geçiyor. BDP olmadık provokasyonlarla çözümsüzlüğü derinleştireceğine, Meclisteki varlığını bu reformları gündeme taşıyıp bunun için kamuoyu oluşturma fırsatı olarak değerlendirse ya! Ki, yine BDP'li belediyelerin vakit, enerji ve kaynaklarını hizmet üretmekten ziyade teröre ve kadrolaşma endeksli ideolojik siyaset yapmak için kullandıkları yönündeki yaygın algılama da işin bir başka önemli boyutu. Sonuç olarak BDP üzerindeki PKK ve İmralı vesayeti partiyi çözüme katkı sağlayacak bir aktör olmaktan uzak tutarken, bu vesayetle bağlantılı vahim yanlışların sürüp gitmesi, neticede varlığını terörün devamına bağlayan “derin yapılar”ın işine geliyor. Dağdaki TSK operasyonları nasıl bir cihette terör saldırılarını besleyen bir etken oluyorsa, BDP çizgisine yönelik yargı operasyonları, parti kapatmalar, KCK tutuklamaları, seçilmiş başkanların elleri kelepçeli vaziyette sıra sıra dizilmesi gibi uygulamalar da, tetiklediği karşı reaksiyonlarla olayı bir kördüğüm haline getiriyor. Eğer çözüm isteniyorsa, sorunu iyice derinleştiren bu kısır döngü kırılmalı ve bunun için öncelikle Kürt toplumu, meydanı bu provokatörlere bırakan sessizliğini terk edip, Kürtler üzerinden yürütülen istismarlara son verecek sağduyulu ve kararlı bir çıkışla tavrını ortaya koymalı. Türkler başta olmak üzere, bu topraklarda bin yıldır aynı kaderi paylaşan ve kardeşçe duygularla kaynaşan herkes de aynı ruhla seferber olarak bu fitneyi söndürmek için harekete geçmeli. Meselenin bir Türk-Kürt sorunu olmadığı, bizi birbirimize düşürmek için tezgâhlanmış bir fitne olduğu, devlete musallat olan hukuk tanımaz ve müstebit zihniyetin meseleyi alevlendirmek için etkili bir şekilde kullanıldığı tesbitlerinde birleşip, toplum olarak “Herşeye rağmen biz kardeşiz ve kardeşliğimizi asla bozdurmayacağız” mesajını vurgular ve devleti hukuk ve demokrasi çizgisine getirecek bir şuur ve kararlılığı ortaya koyabilirsek, çözümün yolunu da bulmuş oluruz. SAİD NURSÎ VE BDP BDP'nin önde gelen isimlerinden Ahmet Türk, Erdoğan'ın kendilerine yönelik bir eleştirisine cevap verirken, “Şeyh Said'lerin, Said Kürdî'lerin, Seyid Rıza'ların torunlarına kimse Müslümanlık öğretmeye kalkmasın. Kürtler dünyanın en dindar halkıdır. Büyük âlimler yetiştirmiş bir halktır. Said Nursî Hazretleri Kürtlerin gururudur” demişti. Özü itibarıyla doğru mesajlar içeren bu değerlendirmenin problemli ciheti, bu konuyu da münhasıran Kürtler ekseninde ele alan bir bakış açısına dayanması. Ki, BDP'nin temel sorunu da bu: Herşeyi etnik zemine oturtması. Onun için BDP etnik temelde siyaset yapan bir bölge partisi olmaktan çıkamıyor ve herkese hitap eden bir Türkiye partisi haline gelemiyor. Bunu kaydettikten sonra Ahmet Türk'ün sözlerini başka yönleriyle yorumlamaya çalışırsak: Kürtlerin dindarlığına vurgu yapması, gecikmeli de olsa bir gerçeğin ifadesi ve önemli. Ama bunun bir siyasî polemik bağlamında ifade edilmesi ve ayrıca BDP'lilerin şimdiye kadarki genel duruşunun dine mesafeli, hattâ uzak ve dahası kimilerinin verdiği imaja bakıldığında dinle kavgalı bir nitelik taşıması, derin çelişkileri getiriyor. Gerçi Türk'ün kişisel tavrı, diğer hususlarda olduğu gibi bu konuda da daha farklı bir çizgide ve partinin verdiği genel görüntüyle örtüşmüyor. Ve her halükârda hareketin önemli bir isminin, Kürtlerin dindarlığı ile ilgili sosyal bir gerçeği dile getirmiş olması önemli bir gelişme. Bu bağlamda Said Nursî'ye atıf yapması da. Ancak bu atfın yine “Kürtlük vurgusu” üzerinden seslendirilip, Bediüzzaman'ın Şeyh Said ve Seyid Rıza gibi isimlerle birlikte zikredilmesi, bir başka problemli noktayı oluşturuyor. Çünkü Said Nursî'nin, Kürtçülük olarak isimlendirilen etnik ve ideolojik duruşla da, diğer iki zatın adıyla anılan isyanlarla da en küçük bir ilgisi yok. Tam tersine, Bediüzzaman bütün Müslüman kavimleri çatısı altında toplayan İslâm kardeşliği ortak potasında Kürtlerle Türkleri de bir ve beraber olup kucaklaşmaya teşvik eden bir insan. Ve onun temel yaklaşımı, BDP'nin duruşuyla tamamen çelişiyor. Hattâ Türk başta olmak üzere BDP önde gelenleri ve mensupları Said Nursî'ye kulak verip onu gerçekten anlamış olsalardı, siyasette BDP diye bir parti olmazdı. Bu itibarla, BDP'lilere düşen, hiç değilse bu noktadan sonra, “Kürtler onunla iftihar ediyor” dedikleri Bediüzzaman'ı tanıyıp anlamak için yoğun ve yaygın bir seferberlik başlatmak olmalı. Türk'ün sözleri, Said Nursî gerçeğinin Türkiye'de yaşayan herkes gibi Kürtler için de ne kadar önemli olduğunun, o cenahta da nihayet fark edildiğinin ikrarı olarak anlamlı. Lâfta kalmaması ve anlatmaya çalıştığımız sorun ve çelişkilerden arındırılması ise Bediüzzaman'ı doğru anlamak için yoğun bir çabayı gerektiriyor. Onun için, BDP'lilerin Said Nursî'ye olan ilgisi Türk'ün sözleri veya evvelce bir başka BDP'linin Meclise verdiği “Mezarı bulunsun” önergeleri ya da kimi BDP mitinglerinde Bediüzzaman posterlerinin açılması gibi eylemlerin ötesine geçerek, bu yönde samimî bir seferberlik açılmasına vesile olmalı. Zira kendileri için varlık sebebi olarak gördükleri “Kürt sorunu”nun asıl çözüm adresi o. Said Nursî'yi doğru anlama çabası sadece BDP için değil, başlatılıp bir türlü getirilemeyen açılım projesi bağlamında birkaç kez Bediüzzaman'ın adını telâffuz eden Başbakan başta olmak üzere herkesin ortak ihtiyacı, kaçınılmaz mecburiyeti. Temennîmiz, bu noktada fazlasıyla uzamış olan gecikmenin artık daha fazla devam etmeyip son bulması ve Said Nursî'ye kulak verilmesi... KÂZIM GÜLEÇYÜZ - YENİ ASYA
<< Önceki Haber Teröre karşı Bediüzzaman çözümü! Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER