Vesayetten gerçek demokrasiye geçiş yolunda sınavlar

İnsan fıtratının en belirgin özelliklerinden birisidir “ne oldum deliliği”.

Vesayetten gerçek demokrasiye geçiş yolunda sınavlar

Mehmet Ünal Araştırmacı Yazar [email protected] İnsan fıtratının en belirgin özelliklerinden birisidir “ne oldum deliliği”. Özellikle millet olarak bizim bu fıtri özelliğimiz diğer milletlerden çok daha ön plandadır. Bunun sosyal nedenleri nelerdir bir türlü çözebilmiş değilim. Çok mu sabırlıyız yoksa vurdumduymaz mıyız, çok mu merhametliyiz, çok mu fedakârız veya aciziz, çok mu affediciyiz ya da benciliz gerçekten anlamak çok zor. 12 Eylül ve 28 Şubat iddianamesinin kabulünden sonra, o dönemlerde, cuntacılar tarafından yapılan zulümler, bizzat zulümleri yaşayan mazlumlar tarafından anlatılmaya başlandı. Darbelere zemin hazırlanırken işlenen cinayetler, darbeler sonrası yapılan akıl almaz ve insanlık dışı uygulamalar, idamlar, sürgünler ve işkenceler hep işkenceler. Hem öyle işkenceler ki hani bir dört ayaklı mahlûkun bile hemcinsine yapmayacağı derecede vahşice, gözü dönmüşçesine insanın insana yaptığı eziyetler, zulümler. Bunların içerisinde hangi birisi yok ki. Hamile kadınlara, ağızlarından, dillerinden ve cinsel organlarından elektrik vermeleri mi ararsınız yoksa gencecik kızlara defalarca tecavüz etmeleri mi? Yani canavarlık adına ne varsa hemen hepsi de yapılmış silahı ve gücü elinde bulunduran darbeci zalimler tarafından. Bir yandan 12 Eylül'ün yargılanması diğer yandan da 28 Şubat'ın “kudretli paşalarının” tutuklanarak tank yürüttükleri yerde hapishaneye konulması hadiseleri. Aslında tüm bu olaylar, birisi geçmişin diğerleri ise şimdinin yargılanması. Geçmişin zalimleriyle şimdinin zalimlerinin adalet önünde hesap vermeleri ve geleceğin bu şekilde kurtarılmaya çalışılması, hepsi de; aralarında zaman farkı olsa bile, birbirinin aynısı gibi. Maalesef bunların bu kadar sıklıkla tekrarlanabilmesi ise, darbelere maruz kalan sivil idarelerin geçmişten hiç ibret almadıklarını veya iktidara geldikleri zaman artık kendilerinin muktedir olduğunu vehmettiklerini gösteriyor. Yani yine “ne oldum deliliği”. Evet, hiç kimse, şu cürümleri yapabilir, ihtimaline binaen suçlu ilan edilemez. Her insanda kötülük yapma duygusu var diye her insan cezalandırılamaz. Peşin olarak ceza verilemez. Ama eldeki o kadar delil ve belgeye istinaden bu memleketin savcı, hâkim ve güvenlik mensupları birilerini tutuklamış iseler niye buna saygı duyulmuyor ve de sadece görevini yapan savcı ve hâkimlerimiz baskı altında tutuluyorlar? Yine asli görevini yapmayarak kendi boyunu aşkın bir sürü işlere bulaşmış olmalarına rağmen, asli görevini yapmaya çalışan, halkın oylarıyla iktidara gelmiş anayasal hükümeti anayasal olmayan yollarla yıkmaya teşebbüs etmiş birileriyle alakalı koskoca ülke gündemi neden o kadar çok meşgul ediliyor; anlamak gerçekten çok zor. Mehmet Haberal ve iddia edilen Ergenekon Terör Örgütü yöneticisi olmakla suçlanan “milletvekilleri” şu anda cezaevinde ise bunların tutuklanmasına karar veren “sarı çizmeli Mehmet Ağa” değil bu ülkenin yasal mahkemelerinin ve adaletin teslim edildiği hâkimlerdir. Yine bu ülkenin adalet bakanlığının memurlarından olan savcı ve hâkimler tarafından sorgulanmışlar ve tutuklu olarak yargılanmalarına hükmedilmiştir. O zaman niye adaletin verdiği karara saygı duyulmuyor da bunların çıkarılmasıyla alakalı kişiye özel yasalar yapılıyor ve TBMM'ye, Sayın Başkan'ı ile birlikte bu hususta bu kadar mesai yaptırılıyor? Bu “milletvekillerinin” çıkmasıyla ilgili neredeyse açıklama yapmayan kalmadı. Tabiri yerindeyse herkes oturduğu yerden bir şeyler söylüyor ve kanaat belirtiyor. Bunun sebebi ne olabilir? Bu konuda kanaat belirtenler ve oturdukları yerden ahkâm kesenler, soruşturmayı yürüten hâkim ve savcılardan daha mı iyi vakıflar acaba hukuka ve yasalara? Acaba delillere, belgelere ve iddianameye daha iyi mi hâkimler ki ikide bir konuşup duruyorlar? Hemen her kesimi ve en son maalesef Cumhurbaşkanı'na kadar herkesi bu konuda açıklama yapmaya sevk eden hangi duygu, düşünce veya belki de güç olabilir ki? Bu telaş ve koşuşturma neyin nesidir? Cumhurbaşkanı düzeyine kadar yapılan açıklamalardan veya kanaat belirtmelerinden sonra hâkim ve savcılarımızın baskı altında olmadığını, hür bir şekilde, bu tür ülke menfaatini ilgilendiren hayati konularda, karar verebileceklerini nasıl iddia edebiliriz? Bu tür kanaatler hem neden tüm bir kamuoyuyla paylaşılıyor ve bundan ne gibi sonuçlar bekleniyor? Şahsen ben, bu soruların cevaplarının kamuoyu vicdanını çok rahatlatacağından emin değilim. Emin olmadığım için bir kez daha, belki de kelle koltukta ve tüm baskılara rağmen görevini yapmaya çalışan yargı ve emniyet mensuplarını can-ı gönülden kutluyor ve tebrik ediyorum. Bu ülkede, benim âcizane fikrimce, ikinci bir kurtuluş savaşı veriyorlar. Vesayetten gerçek demokrasiye geçiş savaşı bu savaş. Şimdi, yargılanacak olan 12 Eylül zihniyeti ile bugünlerde tutuklanan 28 Şubat'ın darbecilerinin ve asker dışında tutuklu “milletvekilleri” de dâhil olmak üzere, bunları destekleyen sivillerin cuntacı ve darbeci zihniyeti arasında ne fark vardır. “Bir zihniyeti nasıl yargılarsınız veya tutuklarsınız” gibi savunmalar duyuyorum. Burada yargılanan veya hapsedilen bir zihniyet değil ki. O zihniyetin plana, projeye ve hatta uygulamaya konulmuş hali. Yoksa kimse kimseyi zihniyetinden dolayı yargılayamaz elbette ki. Hem darbe yapma hazırlığı içerisinde olanları, daha yapmamışlar ki, diyerek savunanlar da gerçekten çok komikler. Darbe yapıldıktan sonra hangi güç nasıl onları yargılayacak. Yargılanmaları ve tutuklanmaları için illaki darbe yapmaları ve sonra da bir sürü insanı asıp kesmeleri, “bir sağdan bir soldan idam etmeleri” kadınların ve kızların ırzlarına geçmeleri ve türlü işkence ve zulümleri işlemeleri mi gerekiyor? Yukarıda sayılan canavarca suçlardan daha şen'i ve adi bir suç var mıdır ki böyle adi bir suçu işlemek hazırlığında olan ve adalet tarafından, Terör Örgütü olduğu iddia edilen ETÖ'nün yöneticileri olmaktan dolayı hüküm giyerek tutuklanan kimselerin hak ettikleri yer milleti temsil eden en yüce makam olan Millet Meclisi olsun? Yoksa bu milletin yarısından fazlasının iradesini hiçe saymak ve kendi zevk ve sefası uğruna darbeye teşebbüs ederek hükümet etmeyi planlamak “Yüce” bir iş midir ki iradesini hiçe saydıkları milletin temsilciliği konumu onlara verilsin? Bunu yapmak, Cumhuriyet tarihinden itibaren yapılan tüm demokrasiye müdahalelerde ah edip inletilen o kadar mazlumun ruhaniyetini daha fazla rencide etmekten başka ne işe yarayabilir ki? Acaba, gerek asker gerekse sivil olsun, günümüzün cuntacı zihniyetleri darbe planlarında başarılı olsalardı, bugünlerde hem 12 Eylül hem de 28 Şubat ile alakalı gerçek tanıklardan ve mazlumlardan dinlediklerimizi, belki de kat be kat, tekrar yaşamayacak mıydık veya yaşamayacak mıydınız? “İnsan, ne olduğuna değil, nasıl olduğuna ve ne olacağına bakmalıdır” diye boşuna dememiş atalarımız.
<< Önceki Haber Vesayetten gerçek demokrasiye geçiş yolunda sınavlar Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER