Askeri hegemonya geleneği ile hesaplaşma


15 yıl kadar önce Genelkurmay Başkanlığı’nın davetiyle çok sayıda gazeteci Güneydoğu’nun kritik bölgelerini gezmiştik. O dönem, gazetecilerin yoğun tehdit altında olduğu bir dönemdi. O gezi sırasında ilk kez toplu halde Kürt sorunu konusunda askerlerle tartışma imkânımız olmuştu. Tehditle tartışma arasında karışık bir yoldan geçen diyaloglarımız oluyordu. Çok sayıda meslektaşımız, Genelkurmay Başkanlığındaki üst düzey komutanlar tarafından tehdit ediliyordu, bazıları ölüm korkusu içindeydi. Doğal olarak, ne yapacaklarını bilemeyen bir ruh halindeydiler. Bazıları canlarını korumak için yurtdışına gitme yolunu seçmişti. Bu tehditler karşısında bir şey yapabilmek mümkün değildi. Kaldı ki, siyasetçiler de kısmen benzer baskılar altındaydılar ve onlar da psikolojik olarak rahat değillerdi. Genelkurmay karargâhlarında hükümetler kuruluyor, hükümetler yıkılıyordu. (Bu ‘baskı’nın en önemli zirve noktalarından biri 28 Şubat dönemidir.) Genelkurmay karargâhı, gazetecilerin, yüksek yargı mensuplarının, üniversite yöneticilerinin ‘brifing’ aldığı bir merkez haline gelmişti. Hükümetler bu ‘tablo’ya ses çıkaramıyorlardı. Toplumun büyük bir kesiminin, “psikolojik savaş” yöntemleriyle etki altına alınmış olması, hükümetlerin bu tutumunun nedenlerinden biriydi. *** Yüksek Askeri Şûra’da bugünlerde çıkan gerilimin, ‘bugünün sorunu’ olmadığı çok açık. Son günlerde yaşananların tamamı, çok derinlere işlemiş bir yaranın, bir sistemin artık değişmesi gerektiğine işareten eden nitelikte. Yine bir askeri gezi döneminde Ankara’da Kara Harp Okulu karargâhındaydık. Tanınmış bir gazeteci meslektaşımız ve bir kaç generalle birlikte gezi izlenimlerini konuşuyorduk. Bir gazeteci meslektaşım, “Bak askerler her şeyi ne kadar düzgün yapıyor. Siyasiler ise her şeyi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar” dedi. (Bu meslektaşımın o günlerde askerden gelen ölüm tehdidinin etkisi altında olduğunu daha sonra öğrendim.) Ben de onun bu değerlendirmesine şöyle bir tepki verdim: “Askerlere ‘her şeyi iyi yapıyorsunuz’ şeklinde yaklaşmayın. Çünkü bu tür pohpohlamalar onları ‘bu ülkeyi en iyi biz yönetiriz’ ruh haline sokuyor. Sonra darbe yapıyorlar ve ülke belini doğrultamıyor.” Benim bu tepkim üzerine generallerden birisi, “Oral bey, ne darbesi, biz sivil toplum kuruluşlarını göreve çağırıyoruz. Onlar gereğini yapıyorlar” şeklinde bir cümle kurmuştu. Generalin “sivil toplum kuruluşları” dediği, TÜSİAD, TÜRK-İŞ, DİSK, TESK, TİSK’ti . Bu örgütler 28 Şubat döneminde bu tür müdahaleleri kolaylaştıran ve destekleyen bir tutum içine girmişlerdi. *** Askerler, “bu ülkeyi biz yönetmeliyiz” geleneği içinde yetiştirildiler. Buna inandırıldılar. “İktidar ve yönetim refleksi”, onların psikolojik sistemlerinin temel bileşenlerinden birine dönüştü. Denetlenemeyen, hesap vermeyen, ama istediklerinden hesap sorabilen bir konumda olmak, onlarda derin bir alışkanlık yarattı. Tabii denetimi bu kadar kapalı olan bir gücün yozlaşmaması mümkün olamazdı. Darbe ve müdahale hazırlamaya o kadar alıştılar ki, ordunun bir çok kesiminde ‘müdahale odacıkları’ bile oluştu. Böylesine kökleşmiş bir ‘müdahaleci psikoloji’nin ortadan kaldırılmasının uzun bir süreci ve mücadeleyi gerektirmesi de son derece doğal. Bu kadar çok darbe girişimi, bu kadar çok ortalığı karıştırmak isteyen subayın değişik zeminlerde harekete geçmesi tesadüf olarak adlandırılabilir mi? İddianamelere yansıyan denizcisinden, havacısından, karacısından, jandarmasından değişik korkutucu, ürkütücü senaryolar savcıların kafalarından attığı birer uydurma olarak görülebilir mi? Bu “darbe ve müdahale psikolojisi” tam olarak son bulana kadar,çeşitli ‘sürpriz’lerle karşılaşma ihtimalimizin olacağını da hatırlatmakta yarar görüyorum. *** Yüksek Askeri Şûra’daki tıkanmanın, uzun yılların biriktirdiği bir mirasla hesaplaşma anlamına geldiğini ve bu mirasın; “bu ülkenin sivil siyasetçiler, seçilmiş siyasetçiler tarafından yönetilemeyeceği, onların askerin, yargının vesayeti altında tutulması gerektiği” anlayışı üzerine kurulu bir miras olduğunu artık büyük bir çoğunluğun farkettiğini gözlemliyorum. Yüksek Askeri Şûra’da yaşanmakta olan hesaplaşmayı belki ilerleyen dönemlerde daha net bir şekilde değerlendirebileceğiz. Gerginliğin taraflarının da tam olarak analiz edemediklerini düşündüğüm tarihsel bir dönüm noktasından geçiliyor. Askerler, bağlı bulundukları bir ‘siyasi irade’nin var olduğu gerçeğiyle, daha önce hiç karşılaşmadıkları kadar net bir karşılaşma yaşıyorlar. Razı olmak isteseler de istemeseler de, bir yolun sonu yaklaşıyor. Ordu içindeki toplumdan kopuk, toplumun tercihlerinden korkan ruh halinin silinip daha sağlıklı bir psikolojik ortamın orduya hakim olması halinde,ordunun “kendi asli görev sınırlarını” kavrama ve 21.yüzyıl koşullarına adapte olma süreci hız kazanacak. Ordunun kendi görev sınırlarına çekilmesi, sadece toplumun değil ordunun da normalleşmesinin ve çağdaşlaşmasının temel koşulu.
<< Önceki Haber Askeri hegemonya geleneği ile hesaplaşma Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER