'Arap Baharı' nereye?


Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu'nun "komşularla sıfır problem" ve "stratejik derinlik" temelinde çizdiği dışişleri politikamız, bilhassa Suriye başta olmak üzere Müslüman-Arap dünyası ile bahar yaşıyor gibiyken birden "Arap Baharı"na çarptı. Bu noktayı ve Müslüman-Arap dünyasında olanları bir el-Cezire görevlisi, birkaç cümle ile şöyle yorumlayıverdi: "Halk temelinde sağlam bir taban edinemediğiniz mevcut hiçbir İslâm ülkesinde siyasîler veya idarecilerle fazla bir yere varamazsınız." İran "İslâm" devrimi, Ayetullah Humeynî gibi son derece karizmatik, etkili ve dünyada olup bitenlerden haberdar bir âlimin liderliğinde muazzam bir halk hareketi olarak ortaya çıktı. Ne var ki, bir yandan temelde bir azınlık ve sert bir siyasî muhalefet mezhebi olarak Şiiliğe dayandığı, öte yandan, Humeynî'nin liderliğindeki manevî boyuta rağmen Din daha çok sloganları bol siyasî-içtimaî bir ideoloji gibi algılandığı için İslâmî hedeflerini ne ölçüde gerçekleştirebildiği hayli tartışma götürür bir husustur. Devrimin onuncu yılı dolmadan, vefatından sonra Humeynî'nin yerine geçmek üzere veliyy-i fakih olarak seçilmiş bulunan Ayetullah Muntazirî "Dışişlerini masonlardan temizleyemedik." diyerek sisteme eleştiriler getirdiği için hem derhal veliyy-i fakih namzetliğinden azledildi hem de ömrünün geri kalan kısmını gözaltında tamamladı. Ve devrimden bir çeyrek asır sonra dönemin İrşad-ı İslâmî bakanı, "Üniversite gençliğinin yüzde doksanbeşi namaz kılmıyor." özeleştirisinde bulundu. Bu gençlik, devrimden sonra dünyaya gelmiş gençlikti. Bilhassa Arap dünyasında son bir-iki asırda İslâmî diriliş hareketlerinin genel karakterini daha çok neo-Selefîlik veya İslâmcılık olarak nitelenen akım tayin etmiştir. Hamid Algar'ın bir zaman al-Bayan'da bu akım için getirdiği tenkitler şu iki noktada önemlidir: "(1) İslâm'ı manevî ve amelî yanı da olan bir Din olmaktan çok, fikir ağırlıklı ve içtimaî-iktisadî-siyasî bir ideoloji gibi görmüş, öyle ki, İslâm'ın Tevhid gibi temel kavramlarını, Cenab-ı Allah'ın Ulûhiyet ve Rubûbiyeti'ni âdeta sadece siyasî hakimiyetle sınırlamış, zihinlerin ma'rifetle, kalblerin tasdik ve imanla inşaını büyük oranda ihmal etmiştir. İslâm'da içtimaî, iktisadî ve siyasî saha da iman, ibadet, ahlâk ve temel muamelat düsturları üzerine oturduğu ve oturması gerektiği için, doğurduğu hareketler, uzun süreli bir başarı gösterememiş, uzun soluklu olamamışlardır. (2) Kalblerin sarsıldığı, hisler mü'min de olsa zihinlerin kâfir gibi düşündüğü ve imanın hayata tam yön vermediği bir zamanda tamamen "dinî" olması ve manâ üzerine oturması gereken hareketler içtimaî-iktisadî-siyasî temellere oturtulunca, kendilerine ait düsturları ve kaideleri, dolayısıyla tamamen kendilerine has, yani her bakımdan İslâmî mecraı olan ve bu mecraında giden hareketler olamamış, müspet hareket yerine büyük ölçüde muhalefet ve tepki hareketleri olarak kalmaktan kurtulamamışlardır. Bugün Müslüman-Arap dünyasındaki olup bitenleri İslâmî bir hareket çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir. Ortada yönlendirici İslâmî bir liderlik de yoktur. Fakat bu dünyanın önünde Türkiye, takip edilebilecek bir örnektir. Türkiye, İslâm adına da "Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl" anlayışına dayalı bir süreçten geçmiştir. Müslüman-Arap dünyası ise henüz İslâmî düşünce ve yönelişte de önceki asırların enkazından kurtulmuş değildir. Enkaz üzerine hiçbir şey bina edilemez. Ama inanıyorum ki, şu anda olup bitenler neticesinde, İslâm dünyasının üzerindeki üç karanlık perdeden ikincisi olan ve Türkiye'de 1946'dan itibaren sıyrılmaya başlayan diktatörlükler sıyrılacaktır. Oluşacak yeni zeminde, sadece müspet hareketi esas alan tamamen dinî bir hizmet ekolünün, yeni bir bürokrasinin, sermaye grubunun, medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının teşekkül etmesi şarttır. Yol ve alınması gereken mesafeler uzundur, engeller çoktur. Her şeye rağmen bu dünya, belki bir çeyrek asır sonra Türkiye ile omuz omuza gelebilir.
<< Önceki Haber 'Arap Baharı' nereye? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER