Hele söz konusu
Türkiye gibi büyük değişimler yaşayan bir
ülke ise ve hemen her
tartışma cepheleşmelere neden oluyorsa...
Ufuk daralır, vizyon küçülür, huzur kaybolur.
Artık herkes 'öteki'nden şüphe duymaya, endişe etmeye başlar. Halbuki iç boğuşmalar içinde debelenirken, dışta çok önemli gelişmeler yaşanıyordur. Farkına yeterince varılamayan oluşumlar en sonunda gelir, içe kapanmış toplumu kıskıvrak yakalar. Ancak artık iş işten geçmiş, fırsatlar boşu boşuna harcanmıştır.
Son birkaç yılın en hararetli tartışma konularına bakar mısınız lütfen. Laiklik çerçevesinde yaşanan ayrışımlar, yalan yanlış haberlerle yürütülen irtica
kampanyaları, cumhurbaşkanlığı seçiminin rejim krizine dönüşmesi, cumhuriyet mitingleri vesilesiyle uçurumun derinleştirilmeye çalışılması... Bu arada '
mahalle baskısı' üzerine sarf edilen iç enerji kaybı ve beyhude bir
kavga uğruna harcanmış aylarımız, günlerimiz var. Bir ara Türkiye'nin İran'a mı Malezya'ya mı benzeyeceğine dair laubali tartışmalara da şahit olduk. Öyle zamanlar oldu ki
akıldan noksan bir zavallının
genç kızlara kezzap atması bile rejim tehdidi dosyasına eklendi; daha doğrusu öyle bir yanlış aktarım söz konusu oldu. Neyse ki zanlı bulundu ve
hasta olduğu anlaşıldı. Öğrenildi ki meselenin de mini etekle, '
yaşam tarzına müdahale' ile herhangi bir ilgisi bulunmuyor.
Ömrümüzü heba eden keskin tartışmalardan geriye ne kaldı? Koca bir hiç! Ruhlarımız yorgun, umutlarımız solgun. Çünkü hayatın gerçeklerinde var olmayan sorunlar üretildi, abartıldı, ambalajlandı ve en çelik ifadelerle
servis edildi. Bunun en çarpıcı misali başörtüsü tartışmalarıdır. Sokakta yaşanmayan bir problemi Türkiye'nin en kritik konusu haline getirmek için ya toplumdan çok kopuk olmak lazım; ya da meseleye art niyetle yaklaşmak. Başı açıklarla kapalılar aynı evde, aynı ailenin fertleri olarak yaşıyor mu yaşamıyor mu? Komşuluk yaparken en
küçük problemle karşılaşmayan insanları birbirine düşürmek için hangi akıl dışı sebep uyduruluyor ki başörtüsü bir ayrışma nedeni haline geliyor?
Başörtüsü konusunda çok basit bir sorum var: Şu ana kadar medyanın başını çektiği sert tartışmalardan kim zararlı çıkmıştır?
AK Parti mi? Kesinlikle hayır. Farzımuhal, son anayasa değişikliği bir şekilde engellense bile, AK Parti başörtüsü gibi müzminleştirilmiş bir problemi çözmek için elinden geleni yaptığını ispat etmiş olacak ve
fatura bu özgürlüğü kısıtlayanların elinde kalacak. Başka açılardan eleştirilebilir; ancak son tartışmalardan siyaseten kârlı çıktığı ortada. MHP mi zararlı çıkar bu süreçten? Tabii ki hayır! Şu ana kadar MHP'nin 'İslami duyarlılığı azalıyor, o yüzden eski tabanında kaymalar var' diyenleri şaşırtacak şekilde MHP başörtüsü yasağını
insan hakları ve eğitim hakkı olarak gördü ve siyaseten puan kazandı.
CHP mi kaybeden saflarında? Bunun cevabı da aynı:
Hayır! Bu tür tartışmalara bayılıyor CHP kurmayları; çünkü yeni söylem geliştirmek ya da yeni bir çözüm paketi oluşturmaktansa rejim tartışmalarıyla saflarını sıklaştırmayı
tercih ediyor CHP. Yeni projeler söz konusu olduğunda üç cümleyi yan yana getirmeyen bazı yetkililer, rejim tartışmaları açıldığında Şekspir gibi konuşmaya başlıyor, Cicero gibi belagat ve fesahatin sınırlarını zorluyor...
Demek ki siyaseten zararlı çıkan yok!
Aylardır süren hengame ve keşmekeşten zararlı çıkan bu ülkedir, bu ülkenin evlatlarıdır! Bu genel zarar tablosunun dağılımına iyi bakmak gerekiyor. Mesela medya iyi bir sınav vermedi bu tartışmalarda. Birimizin pusulası şaşınca hepimizin pusulası şaşıyor çünkü. Mesele sert bir üsluba kaydıkça herkesin bir dayanma gücü var; bazı patlamalar, çatlamalar oluyor. Yanlışı yanlışla düzeltmek yanlışın boyutlarını genişletiyor. Ve maalesef '
mağdur' durumundaki insanlar en büyük zararı görüyor. Mesela başörtüsü tartışmalarının en büyük mağdurları başörtülü çocuklar oldu. Onlardan bahsedilirken takınılan tavır ve kullanılan dil, bu çocuklara potansiyel suçlu muamelesi yapıyor. Mağduriyet giderilirken bile mağduriyetler artıyor...
Başa dönecek olursam, demem o ki biz içeride birbirimizi yerken dışımızda yeni dünyalar kuruluyor, yeni oluşumlar meydana geliyor ve Türkiye önemli fırsatları kaçırıyor. Etrafınıza bakın lütfen, her an her şeyin hızla değiştiğini göreceksiniz. Dengeler değişiyor, yeni ittifaklar kuruluyor.
Enerji meselesi üzerinden yapılan
hesap(laşma)lar Türkiye'yi yakından ilgilendirmiyor mu mesela? Kosova'nın bağımsızlığını ilan etmesi ne anlama geliyor? ABD seçimlerindeki hareketlenme Türkiye'nin kaderinde ne kadar rol oynar?
Avrupa Birliği ülkelerindeki denge sarkacı ve onun yeni yönelişleri bu ülkeyi ne kadar etkiler?
Gazetelerin sayfalarına ibret nazarıyla bakın lütfen. Göreceksiniz ki bu güzel ülkenin başına gelen, feci bir ufuk daralmasıdır. Dış haberlerin arka sayfalara atılması boşuna değil. Birinci sayfalara konuk edilen dış haberler sayfası ise pespaye magazin sayılabilecek cinsten ayrıntılara bağlı. İçerideki her polemik '
ölüm kalım meselesi' gibi algılanır, hemen yanı başımızda cereyan eden hadiselere bile kulaklar tıkanırsa memleketin tansiyonu düşmez. İçerideki konuların öncelik sırası doğru sıralanabilse problem bu kadar derin olmayabilir.
İşsizlik,
ekonomik zorluklar, istihdam alanlarının artırılması gibi konuları bir kenara bırakıp sabahtan akşama
türban gibi, irtica gibi konulara odaklanmak ve sosyal gerçekliği ezip geçecek kadar hırçın bir ayrışma yoluna başvurmak yaralayıcı ve üzücü sonuçlar doğuruyor. Türk medyasının bilgi birikimi, asli meselelere dönüldüğünde, yapay gündemden sıyrıldığında daha etkili ve inandırıcı bir çizgi yakalayacak. Yeter ki şu daracık ufuklara sıkışıp kalmayalım; gerisi kolay...
-------------------------------------------------------------------
Sansür dediğiniz bu mu?
Bir haftadır bazı insanlar, Alev Alatlı'ya
Zaman Gazetesi'nin
sansür yaptığı iddiasını tekrar edip duruyor. Yapılan tenkitlerden anladığım çok net bir şey var: Sansürün ne demek olduğunu insanlar bilmiyor. En acısı da bazı
gazeteciler bilmiyor ya da bilmezden geliyor. En temel soru şudur: Her yazıyı gazete yöneticileri basmak zorunda mıdır? Bunu defalarca ve açıkça yazdım: Hayır! Dileyen 14 Ocak 2006 (
Gazetecilik adına kritik bir muhasebe) tarihli yazıma bakabilir. O dönemde ne Alatlı meselesi vardı ortada ne de sansür suçlaması. Kural şudur: Gazete, bir yazıyı çeşitli açılardan incelemek zorundadır. Editörler, kendilerine ulaşan bir yazıda genel yayın ilkeleri açısından mahzur görmüyorsa ve makalede hukuki bir problem yoksa yayınlayabilir. Aksi takdirde yayıncı sorumluluğunu hiçe saymak gerekir. Dünyanın her yerinde
kural budur; bunun ötesini söylemek bilgi eksikliğidir.
Gelelim Alev Alatlı meselesine. Önce şu gerçeğin altını çizmek lazım: Sayın Alatlı haftada üç-beş yazı kaleme alan periyodik bir yazarımız değil; ancak kaleme aldığı yazılar beş seneyi aşkın bir süredir bu gazetede neşrediliyor. Bu süre içinde çok kritik yazılar kaleme aldı ve herhangi bir problem yaşanmadı. Alev Alatlı denince köşe
bucak kaçanların bile Alev Hanım'a bir anda tutkulu bir şekilde sahip çıkıyormuş gibi yapmalarını hayretle karşıladım. Şimdi Alatlı'yı savunuyormuş gibi yapanların bu insana iki satır yer vermediklerini, yok saydıklarını unutmak bu işi bilenlere çok acı veriyor olmalı. En çok da Alev Alatlı çekiyor olmalı bu acıyı.
Bahsi geçen yazıya gelince. Yazı eline ulaştığında editör arkadaşımız bazı itirazlarda bulunmuş. Olabilir; bir yorum editörünün görevi arasında bu tür değerlendirme yapmak da vardır. Sebebini izah ederken de yayın ilkemizden bahsetmiş. Her neyse. Konu bana intikal ettiğinde Alev Hanım'a yazıyı görmediğimi; gerçekten sıkıntılı bir durum yoksa yazıyı basabileceğimi söyledim. Akşamüstü yapılan bir konuşmaydı bu ve yazıyı basma kararı versek bile ancak bir gün sonrasında uygulayabileceğimiz bir durum söz konusuydu. Biz yazıyı
okuma ve değerlendirme fırsatı bulamadan bir internet sitesinde yayınlanmış. Üzüldüm; en çok da Alev Hanım'a kırıldım. İnanıyordum ki aramızda bir yazı yüzünden kopmayacak kadar köklü bir sevgi ve saygı var. Yanılmışım. Daha kararımızı vermeden yazıya 'sansür yapıldı' diye jurnallendik. Bunca yıl bastığımız ve bazılarına 'aykırı' gelen yazıları bilmeden Alatlı üzerinden kampanya yapıldı. Tekrar söylüyorum; sorumlu bir yayıncı dışarıdan yazı kabul ederken 'bu yazıyı yayınlamıyorum' deme hakkına da sahiptir; bunun aksini söylemek köşe yazılarını
ilahi metinler derecesinde görmek anlamına gelir ki 'tabulara karşı çıkan' yazıların ta kendisi tabu olur çıkar...
Lütfen elimizi vicdanımıza koyalım ve manzaraya şöyle bir bakalım: Zaman gazetesi Türkiye'nin en sesli gazetesidir. Bu kadar birbirinden farklı, bu kadar birbirine zıt dünya görüşünün toplandığı bir başka gazete var mı bu ülkede? Yöneticilik dönemi sansürcülükle geçmiş birileri, en kritik dönemde yazarlarını feda etmiş birileri, televizyonunda çalıştırdığı yazarının köşesini olaylarla kapatan birileri, yazarını ofisboylarına kovduran birileri vs. şimdi kalkmış bizi sansürcülükle suçluyor. İnsan önce oturur Zaman yazarının listesine bir göz atar; bu kadar zengin bir kadronun bir gazetede yer almasından kıvanç duyar ve eleştirilerini ona göre yapar.
Ali Bulaç,
Şahin Alpay, Elif
Şafak, Ahmet Selim,
Ahmet Turan Alkan,
Hilmi Yavuz,
Hüseyin Gülerce, Mümtaz'er Türköne,
İhsan Dağı, Nedim
Hazar, Selim İleri, Ahmet Şahin,
Bejan Matur, Nihal Bengisu
Karaca,
Eser Karakaş...
Liste uzayıp gidiyor.
Allah aşkına bu çeşitliliğin topuğuna erememiş bazı yayınlara ne oluyor ki yukarıda macerasını kısaca özetlediğim bir tanecik yazı üzerinden
fırtına koparılıyor...