'Son Osmanlı' ecdadını sonuna kadar savunmuştu


Merhum Osman Ertuğrul Efendi'nin cenaze töreni pek çok ilklere sahne oldu. Yanlış hatırlamıyorsam Yusuf İzzeddin Efendi'nin 1916'daki cenaze töreninden 93 yıl sonra ilk defa bir Şehzade'nin cenazesine böyle görkemli bir tören nasip oldu. Oysa bir önceki hanedan Reisi Mehmed Orhan Efendi'nin 15 yıl önceki cenaze törenine katılanların sayısı, iki elin parmaklarını geçmiyordu. Şimdi merhumun neden bu denli sevildiğinin sebeplerini anlamak için hayat ve görüşlerine doğru bir yolculuğa çıkacağız. Göreceksiniz ki, kendisi o asil tavrını koruyarak ve siyasete alet etmeden rejime en sert eleştirileri getirirken, ecdadının haklarını en muhkem bir şekilde savunabilen nadir hanedan üyelerindendi. Aşağıda Zeynep Osman Hanımefendi'nin eşinin vefatına saatler kala fakirin sorularına verdiği cevapları bulacaksınız: -"Zannediyorum şu an hayatta olup da Sultan Abdülhamid'i gören tek kişi Osman Efendi'dir. Onu nasıl anlatıyor? -Büyükbabasını, annesi ve ağabeyi Fahreddin Efendi'yle birlikte binbir güçlükle aldıkları izinle Beylerbeyi Sarayı'nda 6-7 yaşlarındayken, belki biraz daha küçükken ziyaret etmişler. Büyükbabasının odasına girdiklerinde annelerine nasıl ayağa kalktığını, nezaketini, torunlarının başlarını okşayıp öptüğünü, dizlerinde oturttuğunu, sevgi dolu bakışlarını ve ses tonunu gayet iyi hatırlıyor. -Dedesi hakkında kanaatleri nasıl? -Abdülhamid'le çok iftihar eder, yaptıklarını ve siyasetini çok takdir eder, zamanının en büyük devlet adamlarından biri olarak görür ve "Osmanlı İmparatorluğu'nun 33 sene ayakta kalmasının tek sebebi büyükbabamın uzak görüşlü siyasetidir." der. Gördüğünüz gibi Abdülhamid'i sonuna kadar savunmaya kararlı bir torun karşısındayız. Geçtiğimiz nisan ayında Osman Efendi hakkında, sizin de merak ettiğinizi bildiğim bir soru sormuştum Zeynep Hanım'a: -Bir televizyon programında Osman Efendi'nin şöyle dediği iddia edilmişti: "Küçükken Beylerbeyi Sarayı'nda Abdülhamid'i ziyaret ettim, beni dizine oturttu, elinde şarap kadehi vardı, hatta markasını da hatırlıyorum, Porto şarabı idi. Hem içiyor, hem de parmağını kadehe daldırıp ağzıma koyuyordu. Babamlar şaşırınca 'Şifadır, şifadır' diyordu." Bu bilgiyi kendisine sorabilir miyiz? O tarihte New York'ta bulunan Osman Efendi'nin sağlığı henüz yerindeydi. Eşi Zeynep Hanım'ın onun ağzından aktardığı şu cümleler çok önemli görünmüştü bana: -"Bir kere o ziyarete babasıyla değil, annesiyle gitmiş. Büyükbabasının elinde ne Porto şarabı, ne de herhangi başka bir içki varmış. Hatta içkinin lafı bile geçmemiş. Ben Osman Efendi'yle 18 senedir evliyim, hatıralarını defalarca dinledim, Porto şarabı faslını hiç mi hiç duymadım. Bana bu hatırasını hep yukarıda belirttiğim gibi anlatmıştır, hatta hatıralarında da böyle yazılı. Birileri yanlış hatırlıyor olmalı." Şunu eklemeliyim ki, Osman Ertuğrul Efendi, Abdülhamid'i gördüğü sahneyi farklı kişilere de aşağı yukarı bu şekilde anlatmıştır. Mesela bir söyleşisinde o sahneyi, "Çocukken Beylerbeyi Sarayı'nda dedemi üç defa gördüm. Babamı içeri sokmadılar, annemle birlikte onu ziyarete giderdik. Bizi kanepeye oturturdu, başımı okşardı. Çok detaylı hatırlayamıyorum ama o zamana kadar beni sakallı biri öpmemişti, dedemin sakalını iyi hatırlıyorum." şeklinde anlatmıştır." (Türkiye, 24 Eylül 2009) Dedesinin sakalını hatırlıyor, öptüğünü, başını okşadığını, annelerine nasıl ayağa kalktığını, nezaketini, dizlerine oturttuğunu, sevgi dolu bakışlarını, ses tonuna kadar gayet iyi hatırlıyor. Garip değil mi? Bir tek şeyi hatırlamıyor: Şarap içtiğini! Osman Efendi bir de dedesi Sultan Abdülhamid'in 'Kızıl Sultan' olarak adlandırılmasını asla hazmedemezdi. Aslı Aydıntaşbaş'ın 22-23 Temmuz 2004'te "Sabah" gazetesinde yayınlanan söyleşisinde bu tavrını bükülmez bir iradeyle ortaya koymuştu. Osman Efendi, dedesinin adının Cumhuriyet döneminde "istibdat" ve "baskı"yla anılmasından fena halde rahatsızdır: "Büyükbabam kadar karalanmış biri yoktur herhalde. Kızıl Sultan olarak Ermeniler tarafından binlerce kişiyi öldürmekle suçlandı. Oysa 33 yıllık iktidarında yalnız iki ölüm fermanı imzaladı. O da tahta ilk geldiğinde. Birilerini cezalandırmak istediğinde Avrupa'ya ya da sancaklara sürgüne gönderirdi. Çoğunlukla sürgüne giderken büyükelçi unvanıyla giderdi ya da vali veya bürokrat yapılırdı." Aynı söyleşide Türkiye'nin "İslam blokunda lider" olmasını arzulayan da, "İslam dünyasının başına geçersek fevkalade olur", hatta bunu yapsa yapsa "AK Parti hükümeti" yapabilir diyen de kendisi. Aynı söyleşiden öğreniyoruz ki, merhum, "Türkiye'nin global olarak aktif bir rol oynayabilmesi için öncelikle Osmanlı ve İslam geleneğiyle barışması gerektiğini düşünüyor"muş. Senelerdir söylemeye çalıştığımızın bundan daha veciz bir özetini bulabilir misiniz? Aynı söyleşiden Osman Efendi'nin Vahdettin'in hain olmadığını savunduğunu da öğreniyoruz. Mesela demiş ki: "Sultanlara vatan haini diyorlar. Ne Vahdettin, ne de Reşad vatan haini değildi. Hepsi ülkelerini sevdiler. İnsanlar Mustafa Kemal'i Samsun'a gönderenin Sultan Vahdettin olduğunu unutuyor. İstanbul işgal altındayken özel izni o aldı. Mustafa Kemal, Samsun'a hareket etmeden önce Dolmabahçe Sarayı'nda bir araya geldiler." Aslı Aydıntaşbaş'ın Vahdettin'in İngiliz gemisiyle kaçtığını hatırlatması üzerine verdiği cevap ise birilerinin kulağına küpe olacak cinsten. "Bir kere" diyor, "Fransız ve İngiliz gemilerinden başka gemi alınmıyordu İstanbul'a. İkincisi, aile çok önemli bir karar almak zorundaydı. Kalsaydı iç savaş çıkacaktı. Devrim taraftarları ve padişah taraftarları vardı. Sultan Vahdettin binlerce insanın yok olmasını önlemek için önemli bir karar verdi. Kalsaydı muhakkak saltanat taraftarları diğerleriyle savaşacaktı." Bütün bunları merhumun cenazesindeki kalabalıklar biliyor muydu? Emin değilim. Ancak bu halkın bilgisine değil de "derin sezgisi"ne güvenmek gerektiğini en çok aydınlarımızın bilmesi gerekmez mi?
<< Önceki Haber 'Son Osmanlı' ecdadını sonuna kadar savunmuştu Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER