Utanç, Özdil, katil...


Tarihin notları arasında, Hrant Dink'i ölüme götüren bir neden olarak medyadaki nefret söylemi var, hem de altı kuvvetle çizili biçimde. Ahmet Kaya'nın ölümü ile nefret söylemi arasındaki ilişkiler de ortada... Akın Birdal gibi ölümden dönenler, Orhan Pamuk gibi başka yaralar alanlar... Uluslararası Hrant Dink Vakfı tam bu nedenlerle Özlem Dalkıran yönetiminde "Medya'da Nefret Söylemi" başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenledi geçenlerde. Sempozyum bildirisindeki şu cümleleri bir kenara yazmak gerek: "Türkiye'de haberlerde, özellikle de manşetler ve haber başlıklarında kullanılan provokatif, ırkçı ve ayrımcı dil, toplumda düşmanlık ve ayrımcı duyguları tetikleyen, kalıp yargıları güçlendiren birer araca dönüşüyor. Her ne kadar evrensel ve ulusal gazetecilik ilkeleri, hatta bazı medya kuruluşlarının kendi gruplarının yayınladığı basın etik ilkeleri bulunsa da, birçok haber ürünü bu ilkeleri ihlal edebiliyor. Böylesi bir dilin kullanılması ise toplumda huzursuzluk ve savunmasız gruplara yönelik yaygın bir önyargının yerleşmesine yol açıyor. Farklı grup ve bu gruplara mensup olduğu bilinen ya da varsayılan kişilere yönelik düşmanca algı ve tutumların tezahür etmesi Türkiye'de önemli ve giderek büyüyen bir soruna dönüşmüş durumda. Nefret söyleminin tanımı ve sınırlarıyla ilgili ortak bir anlayış geliştirilmesi, sorumlu gazeteciliğin teşvik edilmesi ve nefret söylemini önleyici ve caydırıcı tedbirlerin neler olabileceği konusunda öneriler geliştirilmesi, bu amaca giden yolda önemli bir adım olacaktır." Samsun'da Ahmet Türk'ün burnunda patlayan yumruk... Ve o yumruğu üreten ve o yumruğu doğrulayarak devam eden söylem... Türk basınının kara yazıları, utanç sayfaları... Türkiye'nin basındaki Miloseviçleri... Bunlardan söz etmek mümkün, sık ediliyor... Ama bir de bunları mümkün kılan medya iç dünyası var, medyanın etik, siyasi, ahlaki meselesi var. Aydın Doğan'dan ve benzerlerinden başlayan dünkü ve bugünkü yayın yönetmenlerine kadar uzanan bir mesele... Son örnek, aslında sabit örnek: Yılmaz Özdil... Bekir Çoşkun sonrası patronun teşviki, Özkök'ün coşkusuyla Hürriyet Gazetesi'nin 3. sayfasına yerleştirilen yazar... İki gün önce "Yumruk" başlıklı yazısında şöyle diyordu: " Soralım dolayısıyla... Bu ülkenin çocuklarına ateş edip öldürmek "demokratik hak" kabul ediliyorsa, parti liderine girişmek niye "ırkçılık" oluyor? (...) Açın gazetelerin internet sayfalarını, bu haberin altına yapılan yorumları okuyun... Yumruğunu 'adaletin tokmağı' yerine koyup, Ahmet Türk'ün burnuna inen kişi, bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman oldu... Çünkü teröristi meşru hale getiren 'açılım' saçmalığı, sadece bir tarafta değil, öbür tarafta da 'eşkıyayı kahraman' yapmaya başladı. Hukuku guguk haline getirirsen... 'Ona göre başka, buna göre başka' işletirsen, olacağı budur..." Bu satırlar, aralarına serpiştirilmiş ama cümleleri tarafından maskelenmeyecek kadar vahim... Vurulur diyor, vurun diyor... Balık baştan kokar... 5 Nisan 2000... Galatasaray-Leeds United maçı öncesinde, iki İngiliz tarafları Taksim'de bıçaklanarak öldürülüyor. Ertesi gün Galatarasay maçı 2-0 kazanıyor... Özdil'in elinden çıkan Star Gazetesi'nin manşeti şöyle: "Two size" Fikri Akyüz hatırlatıyor: "Üst manşette 'Two size', alt manşette 'Yeri öptürdük' yazıyordu.. Yani İngiliz maktullerin yüzüne 'Tuuu size...' diye tükürüyordu. Eh, Türkçesi değil ama İngilizcesi iyiydi ya, 'size'nin İngilizcede 'beden', 'two'nun 'iki' anlamına geldiğini biliyordu ya..." O günden bugüne... İşte size milliyetçiliğin, laikçiliğin, Kemalizm'in taltif ettiği mantık... Özkök savunmuş bu yazarı ve mantığı dün... Doğru yapmış, kendi mecrasında ilerlemiş ve konuşmuş... Bu utanç ve katil daha ne kadar sürecek?
<< Önceki Haber Utanç, Özdil, katil... Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER