[Harun Tokak] Siperde Sahur Sofrası

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

SHABER3.COM

HARUN TOKAK


Gecenin bir vakti…
Mutfak tıkırtılarına uyanıyorum. 
Perdeyi sıyırıyorum.
Evin içine hüzünlü bir ışık doluyor.
Gökteki aya bakıyorum.
Her gece bir parçasını geride bırakarak eksile eksile tıpkı ilk doğduğu gibi hilal hayal haline gelmiş. 
Ocakta kaynayan çaydanlık yokuş çıkan posta treni gibi buhar buhar fokurduyor.
Sesler, yemek kokuları sahurun lahuti atmosferine karışıyor.
Tabaklar bir bir sofradaki yerini alıyor.
İncecik cam bardaklara dökülen çaylar mis gibi memleket kokuyor.
Yemek kokularına, sahur seslerine memleket kokusu karışıyor.
Sahurun sonuna doğru telefonuma bir mesaj düşüyor.
Gönül insanı Hasan Hüseyin Bey’den…
“Bu iftarda, bu sahurda ne yesek diye düşünürken birden bu mektubu gördüm.” diyor. “Çanakkale’den bir asker kızına yazmış.
Ben okudum çok duygulandım, sizin de okumanızı istedim.”
Hasan Hüseyin Bey çok hisli, çok duygulu bir insan.
Her iki adı gibi kendi de kalbi de güzel.
Yaşını ele veren uzun kır saçları ortadan iki yana taralı.
Güneş yanığı, buğday renkli çehresine yüreğindeki yangınların alevi vurmuş.
Yaşadıklarının hafifçe büktüğü uzun bir boyu var. Zayıf ve kemikli göğsü, yiğitlik ve kararlılığının ifadesi gibi.
Hep mahzun, hep kederli.
Derin bakan gözleri hep taşkın pınarlar gibi.
Sanki dünyanın yükünü omuzlarında taşıyor.
Şarküteri gibi küçük bir marketi var.
Ülkesinden getirdiği ürünleri satarak geçimini sağlıyor. 
Raflar buram buram memleket kokuyor.
Ezine peyniri, Kayseri sucuğu, Bitlis balı, Aydın inciri, Antep fıstığı…
Sanki market değil de minyatür bir memleket… 
Ne zaman o mini markete uğrasam hep şöyle diyorum;
“Memleket bizi bıraksa da biz memleketi bırakamıyoruz.”
Hasan Hüseyin Bey, markete uğrayan hemen herkese bir şeyler anlatmaya çalışıyor. 
Onlarla dost oluyor. 
Onları iftar sofralarına davet ediyor.
Akşamları yeni tanıştığı insanlarla teravih namazı için kültür merkezine geliyor. Bir köşeye çekiliyor, vakarı bir hırka gibi bürünerek mahzun bir Osmanlı beyefendisi gibi bir köşede öylece oturuyor.
Bu kadar güzel bir insanın gecenin bu vaktinde gönderdiği mesajda onun yüreğini titreten bir şeyler olmalı diye düşünüyorum.
Cam kenarındaki kanepenin ucuna oturarak camdan vuran hilalin hüzünlü ışıkları altında mektubu okumaya başlıyorum.
Mektup Çanakkale’de savaşan bir askere ait.
Kızına yazmış.
Mektup şöyle…
“Benim güzel kızım,
Bugün, Ramazan’ın ikinci günü.
Şeyhülislam oruç tutmayabilirsiniz diye fetva yayınladı ama benim içim rahat etmedi.
Oruca niyetlendim.
Sahur vakti çalıların arasında iki kök çiriş (pırasaya benzeyen daha küçük bir ot) buldum.
Onlarla sahur ettim. 
Gündüzü yeni siperler kazdık.
Hiç susamadım.
Taarruz arttı.
Siperlerden kafamızı çıkaramadık.
Akşam olunca bir asker ezan okudu.
Siperin içinde matara elden ele dolaştı.
Herkes orucunu su ile açtı.
Ben zannettim ki sadece ben oruçluyum.
Meğer bölüğün hepsi oruçluymuş.
Matara en son bana geldi.
Geldi ama ben kendimden utandım.
Arkadaşlarımın hepsi sahursuz oruç tutmuşlar.
Ben ise iki çirişi yediğim için arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissettim.
O gün oruçlu şehit olan Erzurumlu, Darendeli ve Yeniceli’nin hakkını nasıl öderim diye gözyaşı döktüm…”
Mektup bitiyor ben de bitiyorum.
Az önceki sofradan utanıyorum. 
Mektup, Mehmetçiğin sadece düşmanla değil, sinek ordularıyla, yoklukla, salgın hastalıklarla, açlıkla savaşmak zorunda kaldığı Gelibolu tepelerindeki siperlerden yazılmış.
Mehmetçiğin kazma, kürek gibi en basit malzemeleri bile düşmana gece baskınları düzenleyerek temin ettiği, kum torbalarından elbise yaparak giydiği, yalınayak, yarı aç, yarı tok savaştığı günlerde yazılmış.
Mehmetçiğin geceleri siperlerde örtüsüz yattığı, sargı bezi bulamadığı için yedeği olmayan gömleğini yırtıp yarasını sardığı, sadece zeytini üç kere de yeme değil, aynı zamanda bir mermi ile iki düşman öldürme talimatı aldığı günlerde yazılmış.
Anadolu'nun kırlarında, bayırlarında nergislerin, hanımellerin, sarmaşık güllerinin, kır çiçeklerinin bir bir açarken Mehmetçiğin kanlı elbiseleri ile yemyeşil sırtlara düştüğü günlerde yazılmış.
Hücuma kalkmadan önce siperlerde birbirleri ile helalleşen, sevdiklerinin yemenilerini boyunlarına dolayarak şimşek hızıyla düşman üzerine koşan kahramanların arasında yazılmış.
Kendi yarasına ot basıp, gömleğini yırtarak Fransız askerinin yarasını saran; Fransız komutan niye böyle yaptığını sorunca da;
“Yanıma yuvarlandığında cebinden yaşlı bir kadın fotoğrafı çıkardı ve bakıp bakıp ağladı. Anası olduğunu anladım. İstedim ki o anasına ben de Rabbime kavuşayım.” diyen, kalbinde düşmanına bile kin barındırmayan, savaşta bile insanlığın ne olduğunu bütün dünyaya gösteren yüreği sevgi dolu kahraman Mehmetçiklerin yanından yazılmış.
Denizdeki gezginci kalelerinden devamlı salvo ateşleri yaptığı, top mermilerinin patlamasıyla göklere savrulan gövdelerle yerde garip gölge oyunlarının oluştuğu, Çanakkale'nin cehenneme döndüğü günlerde yazılmış.
Perdeyi sıyırıyorum.
Evin içine hüzünlü bir ışık doluyor.
Gökteki aya bakıyorum.
Her gece bir parçasını geride bırakarak eksile eksile tıpkı ilk doğduğu gibi hilal hayal haline gelmiş. 
Issız sokaktaki evlerin hiçbirinde ışık yok.
“Ülkemde olsaydım böyle mi olurdu?” diyorum.
Bu vakitlerde bütün evlerin pencereleri bir bir yanardı.
Işıklar taşardı sokaklara.
Uzaklardan sahur salalarının sesi duyulurdu. 
Sonra küçük bir el çırpışıyla, yüzlercesi birden uçuşan güvercinler gibi Dersaadet’in minarelerden göklere doğru kanatlanırdı ezanlar.
Sabırla bekleyen şehirlerimiz, sakinlerinin silkinerek uyanışından büyük bir sürur duyardı.
Bu vakitlerde, uhrevi avaz ile semtler birbirine seslenirdi. 
Bense gurbette“Ezansız Semtler”in rüyasındayım. 
İçime bir gariplik çöküyor.
“Şimdi İstanbul’da olmak vardı.” diyorum. 
Gökyüzü, mavi bir kristal gibi berrak… 
Lakin hilalin yüzünde, bir kırılganlık, bir küskünlük var.
Işıktan dudaklarıyla elveda türküleri tutturmuş gidiyor.
Ayrılığın hüznü, sonbahar yağmurlarında ıslanan kızarmış çınar yaprakları gibi titreyen yüreğimize daha şimdiden bir alaca karanlık gibi çöküveriyor.
Ramazan gidiyor.
Ansızın geldi, ansızın gidiyor.
Hazan yağmurları gibi…
Yunup yıkanabildik mi?
Her gece sabahlara kadar Yaradan'ın: “Var mı dua eden, duasını kabul edeyim.” sesini duyabildik mi?
Sofralarımızın başına oturduğumuzda aç insanları hatırımıza getirdik mi?
Üzerlerine ölüm yağan siperlerde oruç tutarak cennet vatanı bize emanet edenlerin Allah’ın huzuruna aç-susuz gittiklerini düşündük mü?
Hapishanelerin taş duvarları arasında oruç açanların hüznünü duyabildik mi?
Fakir-fukara sofraları geldi mi gözlerimizin önüne?
İftar akşamlarında iftar topu yerine sofralarına bombaların düştüğü Gazzelileri hatırlayabildik mi?
“Ben ölmek istiyorum, cennete gitmek istiyorum. Orada belki karnım doyar.” diyen savaşın çocuklarını hatırladık mı?
Gökyüzü, mavi bir kristal gibi berrak… 
Lakin hilalin yüzünde, bir kırılganlık, bir küskünlük var. 
Bir hilal uğruna nice güneşlerin battığı toprakların bereketli nasiplerinden biri olan gönül insanı Hasan Hüseyin Bey’in mesajını yeniden okuyorum;
“Bu iftarda, bu sahurda ne yesek diye düşünürken birden bu mektubu gördüm. Çanakkale’den bir asker kızına yazmış. Ben okudum çok duygulandım. Siperlerde iki dal çiriş otuyla yapılan sahur sofralarını sizin de okumanızı istedim.”
Hilalin hüzünlü ışıkları gizemli gölgeler oluşturuyor salonda. Galiçya’da, Şipka’da Dimetoka’da, Yemen’de, Sarıkamış’ta kalanlar geliyor gözlerimin önüne.
‘‘Ben sağ dönseydim, uğrunda öldüğüm Kur’anı, canımdan çok sevdiğim İslam’ı yavruma öğretirdim.’’ diyen şehitler geliyor.
Akşamın alacasında Bilecik İstasyonu’ndan oğlu Hüseyin’i cepheye uğurlayan Aslanköylü yaşlı ana geliyor gözlerimin önüne.
Oğluna söylediği o son sözleri düşüyor hatırıma;
“Oğlum! 
Babanı Dimetoka’da, 
dayını Şipka’da, 
ağabeylerini Çanakkale’de kaybettim.
Sen, benim son yongamsın. 
Sen de dönmezsen 
ben Allah’a emanet…
Git, 
sen de git!
Minareler ezansız, 
camiler Kur’ansız kalacaksa 
Sen de git!”

<< Önceki Haber [Harun Tokak] Siperde Sahur Sofrası Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER