TÜRKÜ BİLMEYEN TÜRK'Ü BİLEMEZ

"Eskiler derlerdi ki türkü bilmeyen Türk'ü bilmez!" Doğru bir söz.


Nasıl ki bazı müzik türleri bilinmeden bazı sosyal analizler yapılamaz; türkünün kodlarını çözmeden bu topraklarda yaşayan insanların ruh halini analiz etmek mümkün değildir. Ne zaman geldi, ne zamandan beri masamda beklemekteydi bilemiyorum; geçenlerde fark ettim Yozgat Valiliği'nin gönderdiği CD'yi. Valilik güzel bir şey yapmış ve Yozgat türkülerini bir araya getirmiş. Türküler güzel, sanatçı seçimleri isabetli. Araya bayram yolculuğu girince bu CD'yi birkaç kez dinleme fırsatı buldum. Bazı sözlerindeki zarafet beni başka dünyalara götürdü. Yozgat'a vardığımda bir ara bahsi geçti bu mütevazı çalışmanın. Bazı cümlelerin bilgece ama çok duru bir şekilde ifade edildiğini söyledim. Babamdan ilginç bir yorum geldi: "Evladım, eskiler derlerdi ki türkü bilmeyen Türk'ü bilmez!" Bu sözün üzerine gerçekten düşünmek gerekiyor. Türküler, gücünü yaşanmışlıktan alıyor; hayatın gerçekliğinden yani. Mesela şu elimdeki CD'de yer alan o meşhur türkü. Askerlik yaparken vereme yakalanmış ve hastanede ölümü beklerken nişan yüzüğü iade edilmiş bir gencin hazin hikâyesini dile getiriyor: 'Hastane önünde incir ağacı/ Doktor bulamadı bana ilacı/ Baş tabip geliyor zehirden acı/ Garip kaldım yüreğime dert oldu/ Ellerin vatanı bana yurt oldu' Bu türkünün içinde aşk var, hasret var, ölüm var, gurbet var; daha açıkçası insan var; Anadolu insanı var. İçinde gerçek hayat öyküleri barındıran ve senaryo yazılması gereken türküler sadece bir yöreye mahsus değil ki! Tüylerim diken diken olur şu türküyü dinlerken: 'Kırmızı gül demet demet/ sevda değil bir alamet/ balam nenni yavrum nenni' Bir sefer dönüşünde yavrusunu bekleyen bir anneyi anlatıyor bu yanık türkü. Herkes kavuşur anacığına sarılır da bizim Erzurumlu inmez trenden. Kolu kanadı kırılmış bir ana, evine döner gözyaşlarıyla. Yatak odasından gelininin cilveli sesini duyar ve oğlunun aldatıldığını düşünerek silahla dalar odaya. Sonrası bir facia ve bu yanık türkü... Kâh sevinç çığlıkları, kâh hüzün İlle de bir felaket yaşanması gerekmiyor hoş, bir türkünün Anadolu'da yankılanması için. Bazen neşe karışıyor kıvrak bestelere, bazen oyun havası. Bazen halay çektiriyor insanlara bazen horon teptiriyor. Hayat da zaten böyle bir şey değil mi? Kâh sevinç çığlıkları, kâh hüzün hıçkırıkları, kâh düğün naraları, kâh ölüm yankıları... Yanlış anlaşılmasın; "türküden ötesi yoktur" ya da "türkü dışındaki müzik bu milleti anlatmaz" gibi bir iddiada değilim. Hayatın içinde kendine yer bulan her müzik türünün bir gerçekliği var çünkü. Sevildiğine göre, dinlendiğine göre, insanların gönlünde bir yer edindiğine göre her müzik türünün belli bir gerçeğe tekabül ettiğini söylemek mümkün. Şahsen ben de değişik türden müziğe kulak kabartıyor, bir kısmını zevkle dinliyorum. Geçenlerde Ceza'yı dinlediğimi gören bir arkadaş sitem edecek oldu; şahsen onun gibi düşünmüyorum. Bu delikanlının şarkılarına özenle döşediği lugatçesi bile kendini aydın sayan birçok insanın kelime dağarcığını ezip geçiyor. 'Ama bazen küfrediyor' denebilir. Bilmem ki ona nasıl cevap verilmeli. Biri kalksa 'O da hayatın bir gerçeği değil mi; üstelik hak eden de yok mu?' dese ona da ne diyeceğime karar veremedim. Her neyse... Türküler dizileri, diziler de türküleri sevdirdi Dileyen dilediği türde müzik dinliyor; zaten bunu kontrol etmek hiç de kolay değil; hele topluma bir tarzı dikte etmek hiç mümkün değil. Her tür müzik görücüye çıkıyor aslında ve halk buna belli bir süre şans tanıyor. Kimisi balon gibi şiştikçe şişiyor ve sonuçta patlayıp kendini imha ediyor. Bazısı parlayıp sönen yıldızlar gibi; bir görünüyor, bir kayboluyor. Güneş ufka hâkim olduğunda ise yalancı şafakların izi bile kalmıyor meydanda. Mevzumuz hangi müziğin daha iyi olduğu değil. Zaten böyle bir soruya verilecek cevap mutlak bir gerçeği değil, şahsi bir tercihi ifade edecektir. Konumuz milli karakter ile musiki arasındaki bağın belirlenmesi üzerinedir. Dünyada da böyledir. Özgürlük arayan zencilerin hazin öyküleri 'caz'a can vermiştir örneğin. Pop müzikle hamburger arasındaki ilişkiden de söz edilebilir. Rock müzikle bunalım içinde çırpınıp isyan kapılarını zorlayan genç nesiller arasındaki duygu örtüşmesinden de bahsetmek mümkündür... Türkü bilmeyen Türk'ü bilmez. Doğru bir söz. Nasıl ki bazı müzik türleri bilinmeden bazı sosyal analizler yapılamaz; türkünün kodlarını çözmeden bu topraklarda yaşayan insanların ruh halini analiz etmek mümkün değildir. 'Sadece türkü vardır; gerisi hikâyedir' demiyorum kuşkusuz. Ancak türkü -tıpkı diğer milletlerin tarihi ve yaygın musikilerinde olduğu gibi- milli karakteri aksettirmesi açısından ayrı bir önem arz ediyor. Mesela türkülere yansıyan gurbet konusu başlı başına bir karakter analizine sebep olacak kadar zengin bir kavram. Değil binlerce kilometre öteye, belki karşı köye gelin giden kızlar üzerine bile ağıt yakan bir ülkenin insanından söz ediyoruz. Bir de üç gün üç gecelik mesafeye gelin giden Zeynep'in hikâyesi vardır. 'Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ aşrı aşrı memlekete kız vermesinler' dendiğinde belki bugün dudaklarımızda bir tebessüm belirebilir; ancak tarihî çerçevesinde bu duygunun ne denli köklü olduğunu anlamak, bugünkü refleksleri doğru okumak için önemlidir. Vatan duygusundaki derinliğin çözümlenebilmesi için sıla kavramının doğru anlaşılması, gurbet kavramının iyi analiz edilmesi, hasret duygusunun köklerine inilmesi vb. gerekiyor. 'Altın kafese konmuş bülbül' benzetmesi boşuna yapılmış bir yakıştırma değil ki mesela. Bu milletin türkülerinde şarkılarında, şiirlerinde bu benzetmeye sık sık başvurulması, özgürlük duygusunun derinliği bakımından önemlidir. Bu duygunun bazen zaman ve mekânı da aşarak ruhani bir manaya dönüşmesi, 'gurbet benim içimde' denmesi meselenin bir inanç ve hayat tarzıyla da ilgili olduğunu gösteriyor. O yüzden türkü, bazen de tekke tekke dolaşıp kendine manevi bir çerçeve arıyor. Alvarlı Efe Hazretleri'ne ait 'Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eyler' mısraları Eşkıya filminde Erkan Oğur'un ağzından dökülürken seyircinin gözlerinden de yaşlar süzülüyor. Nice önemli zat tekkelere hoşâmedi edilirken 'Kadem bastın gönül tahtına/ A sultanım safa geldin' sözleriyle karşılanmıştır... Kurtlar Vadisi'nin bu kadar zirvede kalmasının bir sebebi de bu dizinin içine ustalıkla yerleştirilen türkülerdir. Polat'ın kanlar içinde hastaneye bir gelişi var ki sormayın. Youtube'da bile rekor kırmıştır o görüntü. Her tarafta arandığı halde Polat'ın Elif'ini son kez görmek için ameliyathaneye girişine şu türkü eşlik ediyordu: 'Tanrıdan diledim bu kadar dilek/ O yârin yüzünü bir daha görek/ Bana kısmet değil dizinde yatmak/ Dizinde yatıp da yüzüne bakmak'. Dizideki yanık türküler geçidi Kurtlar Vadisi Irak'ta bir Kerkük türküsüyle dile geliyor ve Selahaddin Eyyubi'nin kamasıyla düşman karşısında duran sevgilinin son nefesinde 'Altın hızma mülayim/ seni Hak'tan dileyim/ Yaz günü temmuzda/ sen terle men sileyim' şeklinde bir ağıta dönüşüyordu... Dikkate/tebrike şayandır, son yıllarda türkü yeniden keşfediliyor. Filmler, diziler, albümler... Annem ağlar, ben seyrederdim Türküyü ilk kez ne zaman keşfettim? Bu soruyu kendime sorduğumda karşıma unutamadığım şu manzara çıkıyor. Yozgat Sürmelisi çalıyor eski bir radyoda. Bir ara fark ediyorum ki rahmetli anneannem ve annemin gözlerinden yaşlar süzülüyor. Gençlik çağına doğru haşarı adımlarla ilerleyen bizler, yakalanma korkusuyla kıkırdıyoruz önce; ancak odaya sinen hüzün bizi de ciddi olmaya mecbur ediyor. Yine de 'Ne var bunda ağlanacak?' diye bakıyoruz birbirimize... Yıllar geçiyor o hazin tablonun üzerinden. Ve şimdi nerede duysam içli bir türkü gözlerim buğulanıyor. Belki benim çocuklarım da 'Ne var bunda bu kadar hüzünlenecek?' diye bakışıyor. Olsun! Biliyorum ki bir gün onlar da yanık bir türkünün nasıl derin manalar taşıdığını hissedecek. Türkü zaten böyle bir şey! Bu toprakların binlerce yıllık yazgısı, bir milletin ruh şeması. İnsan yaşlandıkça türkünün değerini daha iyi anlıyor; çünkü hayatı daha iyi kavrıyor.
<< Önceki Haber TÜRKÜ BİLMEYEN TÜRK'Ü BİLEMEZ Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER