Kaçırılan fırsat


AK Parti iktidara geldiği ilk dönemde, bir yanda Irak Savaşı, diğer yanda Kıbrıs meselesi gibi çok büyük iki krizle uğraşırken, özgürlükler alanında önemli reformlara imza attı. Son birkaç yıldır ortaya çıkan gerçekler, o günlerdeki tek zorluğun dış politikadaki dosyalardan ibaret olmadığını gösterdi. Şimdi anlaşılıyor ki, çiçeği burnunda hükümet, Irak konusunda bir politika geliştirmek için kıvranırken, Selimiye Kışlası'nda bir araya gelen bazı komutanlar Balyoz Darbe Planı'nı olgunlaştırmakla meşgulmüş. Hükümet, Kıbrıs konusunda Türkiye'yi rahatlatacak bir formül için diplomasi koridorlarında gece gündüz demeden mesai harcarken, birileri Sarıkız, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planları üzerine kafa yoruyormuş. Ancak bütün bu zorluklara rağmen özellikle 2005'e kadarki bu dönem, Türkiye'deki anti-demokratik yapılarda reform yapmak için en iyi zamandı. Toplumda büyük bir Avrupa Birliği heyecanı vardı. Bazı anketlerde AB'ye destek yüzde 80'leri geçiyordu. AB'nin bakışı da teşvik ediciydi. AK Parti'nin iktidara gelmesinden birkaç hafta sonra yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, gerekli reformları yapması halinde Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlanacağı ilan edilmişti. Nitekim dış politikadaki sorunlara ve içeride ardı arkası kesilmeyen darbe planlarına rağmen, bu dönemde çok sayıda reform yapıldı. Bunlardan belki de en önemlisi, Milli Güvenlik Kurulu'nun yapısını değiştiren adımdı. MGK Genel Sekreteri'nin bu dönemde sivilleşmesi sağlandı. Psikolojik harp birimi bu dönemde İçişleri'ne taşındı. Bu kadar hassas bir konuda adım atılabilmesinin en önemli nedeni, o zamanki atmosferdi. AB'den nefret edenler bile reformlara karşı çıkamıyordu. Farklı kesimler adeta AB formülü üzerinde uzlaşmıştı. 2007'de başlayarak bugün zirveye çıkan kutuplaşma yoktu o günlerde. Temel soru da zaten burada ortaya çıkıyor. MGK'nın yapısını değiştirmek gibi adımların atılabildiği o dönemde, neden yargıya Avrupa standartlarını getirecek reformlar yapıl(a)madı? Halbuki AB, Türkiye'nin bu alandaki eksiklerini ilk ilerleme raporundan başlayarak her yıl hatırlattı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, önceki günkü açıklamasında krizden çıkışın adresi olarak AB kriterleri çerçevesinde bir yargı reformunu gösterdi. Doğru, ama bu adımların atılması için en iyi zamanın kendisinin Dışişleri Bakanı, Cemil Çiçek'in de Adalet Bakanı olduğu 2005'e kadarki dönem olduğu da bir gerçek. O günlerde AB, hükümetin bu alandaki ihmalini hep eleştirdi. İlerleme raporlarında her yıl yargıya özel bölüm ayrıldı. Mesela, 2007'deki rapor şöyle diyordu: "Yargı reformu alanında önemli gelişme olmamıştır. Yargı için bir Ulusal Reform Stratejisi ya da bunu uygulamaya yönelik bir plan yoktur." Bu dönemde AB Komisyonu, hukukçular göndererek Türkiye'nin eksiklerini de inceletti. Adalet Bakanlığı'nın internet sitesinde bu raporlar bulunabilir. Raporlarda, HSYK'nın temyize kapalı olmasından adliye binalarının idaresinin savcılara bırakılmasına pek çok detay yer aldı. Nihayet 2007'deki 367 krizinden sonra Hükümet, yargı reformu için bir yol haritası hazırladı, ama ne Türkiye'de ne de AB cephesinde 2005'e kadarki hava vardı. Gül'ün yaptığı hatırlatma üzerine, AB'nin bu alandaki kriterlerini manşetine taşıyan Radikal, "Reform yapılsaydı, bakan ve müsteşar HSYK'ya katılamayacaktı." dedi. Sanki hükümet bu yüzden adım atmamıştı. Avrupa'daki HSYK benzeri kurumlarda bakanın olmadığı doğru. Ama hemen hepsinde Meclis'in seçtiği üyeler var. İtalya'da 27 üyeli Yüksek Yargı Konseyi'nin 8'ini Meclis seçiyor. İsveç'te sadece parlamentonun değil, sendikaların bile temsilcileri var kurulda. İspanya'da 20 üyenin 8'ini Meclis belirliyor. Dolayısıyla HSYK'da AB reformu yapılmış olsa hükümetin bunda büyük kaybı olmayacaktı. Üstelik reformlar yapılsaydı, bu sadece HSYK ile sınırlı kalmayacaktı. Anayasa Mahkemesi'nin yapısından parti kapatma kriterlerine kadar uzanan geniş bir paket söz konusuydu. Avrupa'nın bu alandaki en yetkin kurumu olan Venedik Komisyonu'nun Genel Sekreteri Thomas Markert, kısa süre önce yaptığı açıklamada yapılması gerekenleri sıraladı. Meclis'in HSYK ve Anasaya Mahkemesi'ne üye seçmesi gerektiğini, parti kapatma girişiminin bir savcıya bırakılmasının tuhaflığını, Almanya örneğinde buna Meclis'in karar verdiğini dile getirdi. Kısacası, hayli geç ama hâlâ Kopenhag Kriterleri'ne ihtiyaç var.
<< Önceki Haber Kaçırılan fırsat Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER