İlahi Cumhuriyet


Bugün Paris’te fiili sürgünde yaşamını yitiren Ahmet Kaya’nın ölüm yıldönümü. Bir ödül töreninde “Kürtçe şarkı söyleyeceğim, klip de çekeceğim” diyen Kaya, hormonlu birkaç çapulcunun, Onuncu Yıl Marşı’nı okuyarak startını verdikleri linç kampanyası sonucunda ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve adeta kahrından ölmüştü. Güne her biri birbirinden güzel Ahmet Kaya şarkılarıyla başladım ben de. “Siz benim neler çektiğimi ner’den bileceksiniz...” Bir yandan da, Ahmet Hakan’ın CNN Türk’teki 10 Kasım özel programında “Atatürk öldü” deme gafleti gösterdiğimden beri her sabah yaptığım üzere, adeta sağanak gibi yağan hakaret ve tehdit mesajlarının çıktılarını aldım; savcılığa suç duyurusunda bulunmak için hazırladığım kalınca dosyaya özenle yerleştirdim. “Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bir iz ve göz gözü görmez bir karanlık değildik biz” diye mırıldanırken, kendisini “minnetle” anmayanların” hâlâ hâlâ hedef gösterildiği cellâdımız Cumhuriyet’i düşündüm. Bu ceberut sistem seksen yıllık ömrü boyunca, mitolojide ölüleri Styx Irmağı’ndan ölüm yakasına geçiren kayıkçı Charon’a taş çıkartırcasına, ne çok mazlumu yalanla, dolanla, iftirayla öte tarafa göndermişti. Kaya’nın şarkıları eşliğinde, Dante gibi yürüdüm, her adımımda halkının hayaletleriyle karşılaştığım bu “vatandaş” cumhuriyetinin dehlizlerinde. “Emperyalizme karşı dövüşüyorsunuz” deyip, dostunun kavgasına omuz veren, Kurtuluş Savaşı’na katılan, sonra da bizzat çığlığına ses verdiği kardeşi tarafından kalleşçe Karadeniz’de boğdurtan Mustafa Suphi’ye rastladım. Yoldaşları vardı yanında da. Suphi dertliydi; belli ki o öldükten sonra, Cumhuriyet’in kabadayılarına “hediye” eden sevgili karısının dramını fısıldamıştı birileri kulağına. Birden başını dikti. Yıllar yıllar sonra partisinin adını alan bir acayip komünistlere “Ne çabuk unuttunuz bunları” diye sordu. “Suphi, Suphi bir acayip adam...” Bir adım daha atınca İskilipli Atıf Hoca’yı gördüm. “Yalan söylüyorsunuz” diye söyleniyordu, hakkında üç yıl hapis istendiği halde, yargılamaya bile gerek görmeden kendisini astıran İstiklal Mahkemesi Reisi Kel Ali’ye. Derken, ölümünden seksen küsur yıl sonra Q harfini kullandı diye 7,5 yıl hapsi istenen hemşehrisi İsmail Beşikçi’yi sordu. Kaybedilen mezarını ziyaret eder diye umuyordu belki, İskilipli Beşikçi Hoca. “Bir anka kuşu gibi anne, anka kuşu gibi, kendimi külümden yarattım...” Sonra sakallı Seyit Amca’ya rastladım. “Evladı-ı Kerbalayık, bigünahık” diye fısıldıyordu. O da gözlerinin önünde asılan oğlunun acısını kalbine gömüp, yöresinde “mıstakor” denen pır pır uçaklarının, ebabil kuşları gibi tepelerine ölüm yağdırdığı Dersimli hemşehrilerin derdine düşmüştü. “Evladım Kemal” dedi Seyit Rıza birden, herhalde şimdi Paris’te Kaya’nın mezarı başında olan Kılıçdaroğlu’ya sesleniyordu “Cesur ol, yalanları bana dert olsa da önlerinde diz çökmediğim zalimlere ortak olma!” “Artık susma, yorgun demokrat...” Derken şarkıları hızlandı iki gözümüz Ahmet Kaya’nın; hayaletlerin geçişi de... Varlık Vergisi denen rezil bir bahaneyle Aşkale’ye sürgün edilen, taş ocaklarında, yol inşaatlarında kölelik yaptırılan, soğuktan ölen, kalbi bu aşağılamaya yetmeyen o onurlu Yorgo Amcalar, Eleni Teyzeler koşuşturuyordu. Başını iki elinin arasına alıp Pera’daki evinin kapısında oturmuş bir amca, masaların, plakların, duvar saatlerinin üzerinde tepinen Anadolu’dan kamyonlarla getirilmiş yağmacılara ağlıyordu. Adnan Menderes’i gördüm, kendisine tokat atan askerin yanında, başına öne eğik. Mahkemede sevgilisinin iç çamaşırını sallayan o engizisyon savcısı da vardı. Deniz’i, Hüseyin’i, Yusuf’u itekliyordu bir bakan. Mahir Çayan ve arkadaşları, kendilerini katleden özel birliğin askerleriyle konuşuyorlardı. İbrahim Kaypakkaya, işkencede lime lime edilmiş bedeninin yaralarını dağlıyordu; yüzünde de yine o meşhur gülümseyişi. Maraş’ta kundaktaki yavrusu süngüye geçirilen bir Alevi anne ağıt yakıyordu. Terzi Fikri, kendisini belediye başkanlığına seçen Fatsalılara ava çıkmış katillerini gösteriyordu: “Fatsa’yı bırak katil Sülü’ye bak!” Yaşı büyütülüp idam edilen Erdal Eren o meşhur fotoğraf karesinden çıkmış, Kenan Evren’in suratına tükürüyordu. Kemal Pir geçti önümden, Diyarbakır tabutluğunda bedeni alev almış yoldaşlarına doğru koşuyordu. Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Yılmaz Güney, Ruhi Su, Musa Anter, Metin Göktepe, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Büşra Sarıkaya, Hrant Dink, Güler Zere, on yedi bin faili meçhul... Geçtiler de geçtiler, kimler yoktu ki araların da. Biliyorum bugün bayram, kutlu da olsun ama Cumhuriyetimizin hayaletleri çıktılar mezarlarından bir kere, şu türküyü söylüyorlar sabah sabah bize; ne yapalım: “Mezarlardan çıktılar, bayram benim neyime...”

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER