Bir medya patronunun ibretlik hikâyesi

Akşam Gazetesi’nin eski sahibi Malik Yolaç, armatörlük yaptı, bakan oldu. Şimdi, kendi ifadesiyle, “köpek çobanlığı” yapan Yolaç, ilginç hatıralarını yıllar sonra Aksiyon’a anlattı.

Bir medya patronunun ibretlik hikâyesi

Devrinin çok parlak bir girişimci hikâyesidir onunki. Şöyle de demek mümkün: Çok varlıklı bir babanın, hiçbir isteğini eksik etmediği ve bu sebeple bazı şeylerin değerini öğrenemeyen çocuğunun hikâyesi… Aynı zamanda “ne idim değil, ne olacağım” demenin tam karşılığı… Mesela, 1936-37’de, henüz 14 yaşındayken Amerikan başkanının altındaki arabadan kullanan birisidir o. Bugün, siyasetçilerimizi çok heyecanlandıran kırmızı plakaya da, hiç çaba sarf etmediği halde sahip olmuştur: “Adam 40 sene mebusluk yapmış, ama bakan olamamış. Ben ise politikanın p’sini bilmem, pat diye girdik, ertesi sene bakan olduk. Hayatımda 10 kişinin önünde konuşmuş insan değilim.” 1961 seçimlerinde AP’den milletvekili seçildikten sonra bağımsızların başını çeker, ardından 25 Aralık 1963’te kurulan 10. İnönü Hükümeti’nde devlet bakanlığına getirilir. Türk futbolunda şike sebebiyle ilk küme düşme olayı da onun bakanlığı zamanında yaşanır. İLK KEZ AKSİYON’A KONUŞTU Hayatı ibretlerle dolu bu şahsiyet, uzun yıllar hiç kimselere konuşmayan Akşam Gazetesi’nin eski sahibi Malik Yolaç. Girişimci olarak çok başarılı işlere imza atan, armatörlük, basın patronluğu, bakanlık yapan Yolaç, aynı zamanda, Tuna Kiremitçi’nin, İclal Aydın uğruna ayrıldığı eski eşi Yasemin’in de dedesi. Bugün Moda’daki evinde, uzun zamandır rahatsız olan eşiyle birlikte yaşayan ve Moda sahilindeki sahipsiz köpeklere çobanlık yaparak vaktini geçiren eski patron, Aksiyon’a çok samimi itiraflarda bulundu. Mesela, Akşam Gazetesi Ankara bürosunun 27 Mayıs darbesinden önce neredeyse ‘ihtilal şubesi’ gibi olduğunu anlattı. Orhan Malik Yolaç’ın babası Ahmet Hulusi Bey, kardeşi ile birlikte, doğup büyüdüğü Amasya’dan İstanbul’a gelir. Amacı yüksek tahsil yapmaktır. 900 kişinin arasından imtihanı kazanarak mühendis olur. Sonra yol inşaatları başta olmak üzere ülkenin muhtelif yerlerinde mühendislik yapar. Hulusi Bey, bu arada DiyarbakırAtiye Hanım’la evlenir. Görevi icabı Diyarbakır’da iken kızı Melek (Tanyolaç) dünyaya gelir. Malik Yolaç, 1921 yılında (nüfus kaydına göre 1922) Malatya’da, merhum Kadir Has’ın evlat edindiği Can Has’ın babası kimya mühendisi Turan ile inşaat mühendisi Kayıhan Namık Samsun’da, Doğan Yolaç da İstanbul’da hayata merhaba derler. Yolaç ailesi, mühendislik yapan baba Ahmet Hulusi’nin çok iyi gelir elde etmesiyle muntazam bir hayat sürer. İstanbul Moda’da oturan aile, Malik’i Fenerbahçeliliği ile bilinen Saint Joseph’e kaydeder. Yolaç, ilkokulu burada okuduktan sonra Galatasaray Lisesi’ne geçer: “Çocuklar bir ara ‘Fenerli olduğunu söyleme, dayak yersin’ dediler. Ben de fırlamanın tekiyim! Laf aramızda. ‘Öyle mi?’ dedim. Fenerli olarak bitirdim liseyi; ama biraz boks yaptım! Fakat Fenerbahçe takımını tutan hiçbir şey yapmadım.” SABRİ ÜLKER İLE OKUL ARKADAŞI Malik Yolaç, ardından girdiği mühendis mektebi imtihanını kazanamayınca İstanbul Yüksek Ticaret’e gider. Sabri Ülker’le aynı sınıfta okur. Eğitimini tamamlamadan son sınıftan ayrılır. Okulu bırakmasının sebebi ticarete başlamış olmasıdır, ancak onun öncesindeki sebep, okumaya karşı ilgisizliğidir. Bunda da, zamanın şartlarında lüks bir yaşantının önemli etkisi vardır. Sınıfları da, kendisi için hiçbir şeyden kaçınmayan babasına ‘ayıp olmasın’ duygusuyla hareket ederek geçer: “Hep en sonuncuydum. 0,1’le geçiyorsam o notu alırdım. Yani 2 almazdım. Öyle bir talebe idim. Neden öyle idim? Babam çok zengindi. İşte Amasya’dan çarıkla geldi; ama inşaat mühendisliği filan yaptıktan sonra çok zengin oldu. 14 yaşında iken bana Amerika reisicumhurunun altındaki arabayı aldı. 1930 model bir Packard’ım vardı. O zamanlar gezmenin ne demek olduğunu bilmem takdir ediyor musunuz?” Babanızın size bu kadar iyi imkanlar sunması hayatınızın ilerleyen yıllarında size katkı mı sağladı, yoksa... “Dünyada benim kadar güzel gençlik yaşayan çok az insan vardır. Hakikaten paranın kıymetini bilemedim. Hayat adamı olmak için bunlar iyi şeyler değil. Bu bakımdan faydalı olmadı bence. 18 yaşındaydım ilk evliliğimi yaptığımda. Karım da 16 yaşında. İki sene evli kaldık ve ayrıldık. Babam ona da hayır demedi.” DENİZE DÖKÜLEN DOMUZLAR Ticarete atıldığı için okulu bırakan Yolaç’ın ilk işi tütün ticareti olur. Bursa’da fabrikası olan Yolaç, bu sırada yaban domuzu ihracatı da yapar. Devlet bunun için ona fişek de tahsis etmiştir: “O fişekleri Bursa, İnegöl civarlarında köylülere dağıtıyordum. Onlar da vuruyor; fakat getirmiyorlardı domuzları. ‘Neden yahu?’ dedim. ‘Günah abi’ dediler. ‘Peki.’ 15 imam buldum. Köy köy dolaşıp ‘Yaban domuzu vurmak da, vurup getirmek de sevaptır’ dediler. Köylüler başladılar getirmeye. Böyle çok mal ihraç ettim. En sonuncusunda, hâlâ üzülürüm ama üzülecek de bir şey yok, gemiye 50 ton yüklemişiz. Ben parasını hemen aldım. Yolda ilan-ı harp ettik, Almanlara. Mecburen denize döküldü o 50 ton. Parayı kurtardığım için bana bir şey olmadı.” Malik Yolaç, girişken ve fırsatları iyi değerlendiren bir ticaret adamı olur çıkar. Bu işten epey para kazanır. Ardından, İstanbul Ticaret Odası’nda, Yüksek Ticaret’ten sınıf arkadaşı Sabri Ülker’le aynı meslek grubunda görev almasını sağlayacak bir işe girişir. Ülker o tarihlerde çikolata-bisküvi işiyle meşguldür. Malik Yolaç da Cibali’de, Haliç kenarında, kısa zamanda tahin fabrikaları içerisinde en büyüğü olacak bir fabrika kurar. Bu arada, eşinin uzaktan akrabası olan Tamek’in sahipleri Sipahioğlu ailesi ile de birleşerek Tapek adlı bir mamul çıkarır. Kutu içerisinde tahin ve pekmezden müteşekkil mamul, çok da tutar. Ancak sonraki dönemlerde kafi derecede pekmez bulamayınca ürün sekteye uğrar. NAZIM’I KAÇIRACAKLARINI BİLSEYDİM VERMEZDİM Yolaç, denizi çok sevdiğinden olacak, askerliğini de bir seneyi bulmayan sürede bahriye olarak, 1950’lerde yapar. Denize olan düşkünlüğü, 1951’de başından mühim bir hadise geçmesine vesile olur. Bu ona, sonraki dönemlerde Akşam Gazetesi’nin sahibi ve mebus olmaktan daha çok ün kazandırmıştır. Ünlü komünist şair Nazım Hikmet Türkiye’den Refik Erduran tarafından Malik Yolaç’ın motoruyla kaçırılır: “Evet, Nazım Hikmet’in kaçışında ben mesul oldum. Kristof marka motorum vardı askerlik yaptığım senelerde. Hatta onu Ada’ya çeker, kaçamak yapıp geceleri motora atlar, eve gelirdim. 40 milin üstünde sürat yapıyordu. Motoru satacaktım. Derken bir karı koca geldi. Efendi insanlar. Fiyatını sordular. ‘Tamam, bize uygun. Yalnız, müsaade eder misiniz? Bir tecrübe edelim.’ dediler. ‘Tabii’ dedim, ‘alın. Akşama getirirsiniz.’ Akşam oldu bir türlü gelmediler. Nazım Hikmet’i kaçırmış, sonradan meşhur yazarlardan biri olan.” Yetkililerin komünistlere karşı teyakkuzda olduğu o yıllarda başına büyük dert gelmemesinin sebebi kaderin ona hep güler yüzünü göstermesinde saklıdır: “O gün yakalansak, duyulsa Malik Yolaç’ın motoru. Malik Yolaç kim? Hiç kimse değil. Olacaktık bir komünist.” Nazım Hikmet gemiye bindirilip önce Romanya, ardından da Moskova’ya kaçırılır. Motoru denemek için alanlar da işlerini bitirdikten sonra geri getirir: “Beğenmedik filan dediler.” Nazım Hikmet’i kaçıracaklarını söyleseydiler girer miydiniz bu işe? “Yok girmezdim.” Malik Yolaç, 1950’lerin ilk yarısında armatörlük de yapar: “Armatörlüğün a’sını dahi bilmeden üç gemi aldım. Fransa, Belçika, Hollanda ve Almanya limanlarına muntazam sefer yapıyordum. Benim büyük şansım, Belçika’da tuttuğum acente oldu. Yaşlı bir adam, benim yaşımda bir oğlu ve bir de müdürü vardı. Bunlarla çok güzel arkadaş olduk. Ve bana çok güzel fikirler verdiler. O sayede iyi para kazandım.” GAZETEDE FİKRİMİ EMPOZE ETMEZDİM Genç yaşında birçok işte iyi paralar kazanan Yolaç, 35 yaşında da, 1918’den beri çıkmakta olan Akşam Gazetesi’nin patronu olur. Gazeteci arkadaşı Hıfzı Topuz, Kazım Şinasi Dersan’ın Akşam’ı satmak istediğini söyler ona: “Ben de bir gazete satın almak istiyordum. Konuşup, anlaştık. Ben, meşhur halıcı Vedat Durusel ve Hasan Polatkan’ın kayınbiraderi Sabri Çiftkurt ile beraber üç ortaktık. Fakat diğer ortaklar baktılar ki zor iş, para da kaybediyor. Bir seneyi doldurmadan kısa zamanda kaçtılar.” Gazetenin tüm yükü tek başına onun sırtında kalır: “Tabiatım gereği bir işe girdiğim zaman öğrenmek, her şeyini ben yapmak istiyorum. Gazeteyi aldıktan birkaç ay sonra rotatifi çalıştırır hale geldim. Mizanpajı filan hepsini öğrenmiştim; ama empozan, yani ısrarcı değildim. Ben de birisi gibi fikrimi söyler, ama karşı fikir daha ağır basarsa onların dediğini yapardım. Sonra, hayatında yazı yazmayan ben, Akşam Gazetesi’ne başyazılar filan yazmaya başladım. Güldüler ya da sevdiler; onu bilemem. Okuyanlara bağlı.” HASAN POLATKAN, KAFASINI BİZE TAKTI Yolaç, gazetecilik işine sebepsiz girmemişti aslında: “Hasan Polatkan nedense bizim Yolaç Şirketi’ne, gemicilere taktı. Devamlı müfettiş yolluyordu, bir şeyler bulsunlar diye. Hiç unutmam. En sonunda Bedrettin Seyhan, ki sonradan müsteşar oldu, bir de 27 Mayıs’tan sonra vekil olan bir çocuk. Bunlar ikisi, 6 ay çöreklendiler ve bir şey bulamadılar. İhtilâlden sonra bir kontrolör yolladılar, onlar 10 tane şey buldu. İşte Yüksek Soruşturma Kurulu’na verilişimizin sebebi buydu. Müfettişler bir şey bulamadı, kontrolörler bir şeyler bulmuş.” Malik Yolaç’ın 27 Mayıs’tan sonra yaşadıkları ve hemen ardından Meclis’e girmesi, hatta hiç hesabında yokken devlet bakanı olması başlı başına ayrı bir konudur. Aslında o, girişimcilik, işadamlığı konusunda ne kadar hızlı ise politika konusunda da o kadar isteksiz biridir: “Vekil filan oldum; ama ben hayatımda partiye girmedim. Basit bir şey anlatayım size. Yelkenli teknemle bir gün adalardan birinin arkasında 2-3 arkadaş izmarit tutuyoruz. Bir baktım bir polis motoru uzaktan geliyor. Derken polis motoru bize yaklaştı. ‘Malik Yolaç?’ Elimizi kaldırdık. ‘Beyefendi’ dedi ‘Sizi başbakan Ankara’da bekliyor.’ ‘Tamam kardeşim şu kılığımıza bak, balıkçı kılığındayız’ dedim. Neyse ‘Eve gidip değişin, sizi Ankara’ya götüreceğiz’ dedi memur.” MENDERES: SİZ BENİ SEVİYOR MUSUNUZ? Yolaç, durum karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Aslında daha önce de, bir basın patronu olarak çeşitli yurt gezilerine davet etmiştir onu Başbakan Adnan Menderes: “Doğru başbakanlığa gittik. Odasına girdiğimde intihar eden dâhiliye vekili Namık Gedik ve daha sonra başbakan yardımcısı olan Medeni Berk vardı yanında. Baktım Menderes’in suratı asık. Öyle birkaç kere seyahatine çağırmıştı beni. Hürmet eder, saygı gösterirdi. O bakımdan saygım vardı kendisine. ‘Malik Bey’ dedi, aynı böyle, hiç daha başka bir şey konuşmadan ‘Siz beni seviyor musunuz?’ dedi. ‘Tabii efendim’ dedim, ‘O ne demek? Sizi çok seviyorum.’ ‘E peki. Size şimdi arkadaşların önünde teklif etsem partimize girer misiniz?’ dedi.” Yol boyunca zaten şaşkın olan Yolaç, bir an da olsa şaşkınlığını üzerinden atabilmeyi başarır: “Emredersiniz dedim, derhal girerim. Ancak sayın başbakanım, benim iki hüviyetim var. Birisi Malik Yolaç. Malik Yolaç size helal olsun. Ama Akşam Gazetesi Malik Yolaç’ı istiyorsanız orada biraz duralım. Zafer Gazetesi’nin size ne yardımı oluyor ki beni de Zafer’e çevirmek istiyorsunuz. Muhalif bir gazete olarak arada sırada sizi tutmamız daha iyi olmaz mı? Döndü baktı ‘Doğru söylüyor’ dedi. Ayrıldık, tekrar arabaya bindik, geldik İstanbul’a. Paçayı böyle kurtardık.” ALTAN, NESİN VE SOYSAL GİBİLER, AKŞAM’I SOLA ÇEKTİ Bu dönemde Türkiye hızla 27 Mayıs darbesine doğru yol almaktadır. Akşam Gazetesi’nin özellikle Ankara bürosu ise Malik Yolaç’ın samimi itiraflarından anlaşılıyor ki ihtilalin bir şubesi gibidir o zamanlar: “Darbeden evvel bizim Ankara büromuz neredeyse ihtilal şubesi gibiydi; bizim yazıhane de askerlerin merkezi. Sol idik, maalesef, maalesef. Onlar da Ankara ekibinin arkadaşları, dostları idi. Ben solcu bir insan değilim, işadamıyım. Ama işte Çetin’ler (Altan), Aziz’ler (Nesin), (İlhami) Soysal’lar, bilmem neler filan, gazeteyi sola çektiler, götürdüler.” Sizin isteğiniz dışında mı oldu bu? Tabii. Hani gazeteciler daha bir hür olmalı. İlla ki benim her dediğimi yazmalı havasında değildim, enayi gibi. Ama bunlar o kadar sola götürdüler ki artık zaman oldu devamlı işadamlarına küfür ediyorlar. Solculuğu böyle kabul ediyorlardı o zamanlar. Ben de ertesi gün o işadamlarından gidip ilan istiyordum. Onlar da beni kapının önüne koyuyorlardı kibarca. Böyle gazete yürümez oldu tabii. Kadro değişikliği düşünmediniz mi mesela o sırada? Çıkartmayı düşündüm; ama param yoktu. Tazminatlarını ödeyemiyordum. NE KADAR KÜFREDERSEN O KADAR TUTAR! Gazetenin sizi en fazla uğraştıran yazarı kimdi? Çetin (Altan). Yani bir kere solcu geçinirdi ve malum ya, bizim Türkiye’de ne kadar çok küfür edersen o kadar tutar filan havasında. Solcu olarak yaptı bunu. Bundan rica ettim birkaç kere, hani dozunu azalt diye. Çünkü kimse bize ilan vermiyor. İlan vermezlerse de ayakta durmamıza imkan yok. Hiçbir şey söylemedi, devam etti. Nihayet parasız kaldık, maaşları ödeyemedik. Çetin’in bugünkü yazılarına bakın bir de. İlhan Selçuk çalıştı mı gazetenizde? Çok az çalıştı. Çetin getirdi onu da. Muhalefetin de bir yere kadar olduğunu söyleyen, bu yüzden son zamanlarda Emin Çölaşan’ı okumadığını belirten ve “Ben Çetin’e dayandım” diyerek onun Hürriyet’ten kovulmasını yanlış bulan Yolaç’ın Akşam Gazetesi, Çetin Altan’ın köşesinden ‘taş attığı’ dönemlerde bir ara tirajını 140-150 binlere çıkarır: “Çok şoför öldürdük tabii. Sabah şafakta fırlıyor, gidiyor şoför. Ne kadar süratle giderse o kadar iyi. Süratle giderken de birkaç tanesi gitti, maalesef. Ama biz bunu yapana kadar, İzmir bir, Adana iki gün sonra okuyordu gazeteyi. Bunların hepsi şafakta okumaya başladılar.” Matrislerin bölgelere ulaştırılması ve bölge baskılarının yapılmasıyla gazete okura daha da erken ulaşır zamanla. Yolaç, 27 Mayıs’tan önce, kendisi hakkında bir ihbar mektubuyla karşılaşır: “Subayların Akşam Gazetesi’ne gelip gitmeleri sırasında Ahmet binbaşı diye istihbarattan bir binbaşı ile dost olduk. Sonra bir gün sızlanarak geldi. ‘Ya Malik, bir şey söyleyeceğim; ama söyleyeyim mi söylemeyeyim mi?’ dedi. Bir de baktım hakkımda bir ihbar mektubu. İstihbarattan olduğu için merkeze bildirecek. Çıkarttı, baktım mavi bir kâğıt. İtalik daktilo ile yazılmış. İsmim de italik yazıyor. ‘Ahmetçiğim sen onu cebine koy. Ben cumartesi eve gidiyorum; pazartesi sana başka bir şey getireceğim’ dedim. ‘Peki’ dedi. Pazartesi aynı mektup kâğıdı, aynı kaligrafi, italik daktilo ile yazılmış bir mektup. Binbaşıdaki mektupta hakkımda felaket şeyler yazıyor. Bendekinde de ‘senin ellerinden, ayaklarından öperim’ türü şeyler. Yazan aynı kişi. Adam bir fena; ‘Allah’ dedi ‘iyi ki göstermişim sana.’ Sonra yaktı mektupları.” Tanıdığınız biri mi yazmıştı mektubu? “Tabii. Ortağım Enver Subaşı. Meşhur Hüseyin Subaşı’nın evlatlığı.” DARBEYİ HABER VERDİM İhtilalci subaylara yakın olmak, “bir şeyler olacağı” bilgisine de ulaşmak demekti o tarihlerde: “Çok sevdiğim Celal Yardımcı vardı. Uzun seneler maarif vekilliği yaptı. Ona dedim ki ‘Celal Bey istifa et.’ ‘Neden?’ dedi. ‘Gidiyor bu iş.’ dedim. ‘Ya Malikçiğim nasıl istifa edeyim? Bu vaziyette nasıl bırakayım?’ dedi. ‘Onlar da zamanında seni sepetlediler, gittin, tekrar geldin. Sen de ‘Şimdi işim var, dişim ağrıyor, başım ağrıyor bilmem ne dersin’ dedim. ‘Zor’ dedi. Çok seneler sonra, kendisinin bana anlattığı, ben yanından ayrıldıktan sonra gitmiş (Celal) Bayar’a ve ‘İşte efendim’ demiş, ‘çok sevdiğim bir arkadaşım böyle böyle diyor.’ Bayar da ‘Bu lafları sana kim söyledi ise esas düşmanımız odur’ demiş. Böyle dediler ama gittiler. Sonradan, hasbelkader vekilken Celal Yardımcı’yı hapishaneden ben çıkarttım. İsmet Paşa için kindar derler ama talimat verdi, onun sayesinde çıktılar, Samet Ağaoğlu ile beraber.” MAHKEME ÖNCESİ MEBUS OLUR Ve, Malik Yolaç’ın Celal Yardımcı’yı uyardığı gibi, 27 Mayıs gelip çatar… Millî Birlikçiler de akıl almaz işlere imza atarlar. Yolaç da ortaya çıkan karmaşadan nasibini alacaktır. İhtilalden önce Hasan Polatkan’ın görevlendirdiği müfettişler incelemelerinde bir şey bulamazken ihtilalin ardından kontrolörler bazı tespitlerde bulununca Malik Yolaç’a da Yüksek Soruşturma Kurulu’nun yolu gözükür: “Gemilerimi bağladılar. 27 Mayıs’tan sonra askerlerin yüzünden gittik. E gittik de ne oldu? Onlar da gittiler. Şimdi ben gene hayattayım. Rahmet okumuyorsam çok sevdiğim insanlar değil yani.” Hakkında soruşturmalar başlatılır. Fakat imdadına genel seçimler yetişir: “Mahkemeye gireceğim sırada mebus oldum.” Mebus olması daha da ilginçtir. Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala bir gün, cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde Ali Fuat Başgil’e Millî Birlikçiler tarafından yapılan silahlı tehditler yüzünden olacak, korkmuş bir halde Akşam Gazetesi’nde Yolaç’ı ziyaret eder: “Malik Bey dedi ‘partiyi kapatıyorum.’ Korkmuştu. Ben ona kapatmaması gerektiğini anlattım. Gelirken yüzünden korku vardı, yanımdan ensesi kalın bir vaziyette ayrıldı.” HESAPTA YOKKEN BAKAN OLDU Aradan bir süre geçer, Malik Yolaç, her taraftan tebrik edilmeye başlanır. Gümüşpala, 15 Ekim 1961 seçimleri için açıkladığı adaylık listelerinde Yolaç’ı İstanbul üçüncü sıradan bağımsız milletvekili adayı gösterir: “O da komik tabii. Meclis’e girdik, AP’li mebuslardan biri ‘Yahu sen niye geldin buraya?’ dedi. ‘Neden?’ dedim. ‘Sen bağımsızsın kardeşim.’ O zaman gittim idareye ‘Bana bir oda verin’ dedim. Kocaman bir oda, küçücük Malik Yolaç, odanın içinde. Aradan bir hafta geçti, bir baktım iki kişi geldi. Apaydın kardeşlerdi galiba. ‘Nedir?’ dedim. Bunlar partiye kızdılar, bağımsız oldular. Beş gün sonra üç kişi daha, derken 80 kişiye kadar dayandı bağımsızların sayısı.” Partilerde bekledikleri mevkileri bulamayanlar istifa etmiştir. Bu arada, 1961-65 arası İsmet İnönü iki koalisyon hükümeti kurar. Sıra üçüncüsündedir: “Paşa hükümeti kuramıyor. Bana dediler ki git Gümüşpala’ya söyle -bağımsızların en kıymetlisi ben olduğum için değil en eskisi ben olduğum için- kabine kurulmazsa tatsız şeyler çıkacak.’ Talat Aydemir olayların içindeydi. Kalktım gittim. (Ragıp) Gümüşpala cesaret edemedi. Anlattım bunu arkadaşlara. O zaman da ‘Paşa’ya (İsmet) git söyle’ dediler. Gittim. ‘Paşam’ dedim ‘bakanlık makanlık istemiyoruz. Ama bu memleketin hâli malum. Bir an evvel hükümeti kurun, biz sizi destekleyeceğiz.’ ‘Peki’ dedi. Bizden de 4 vekil tayin etti. Kabineyi kurdu.” HAYRİ İPAR’IN YAŞADIKLARINI BEN HAPSE GİRMEDEN YAŞADIM İnönü, Yolaç’a önce ulaştırma bakanlığını verir: “Parasal konularda mahkemelerim var’ dedim, almadım. Bakanlık nasıl idare edilir bilmiyorum. ‘Tamam’ dedi ‘sana devlet bakanlığını veriyorum.’ Aslında ben bağımsızların başı olarak gitmiştim oraya. Onun için benim (başbakan yardımcısı) Kemal Satır’dan da önde olmam lazım. Düşünün, iki parti var. Bir partinin başkanı başbakan olursa öteki ne olur? Başbakan yardımcısı. Ama bir bildiğim yok ki başbakan yardımcısı olayım.” Yolaç, bakanlık uğruna onca yıl mücadele verenlere nispet ‘pat’ diye bakan oluverir. Yolaç, milletvekilliğinden ayrılınca 11 dava için mahkemeye çağrılır. Gemilerini de ihtilalciler yüzünden yok pahasına satmak durumunda kalır: “3 gemim vardı. Onları Beykoz’a çekip bağladılar. 4,5 milyon lira veriyorlardı üçüne. Hurda. Dünyanın bütün hurdalarını toplattılar bize. Çünkü 30 yaşından küçük gemi almak yasaktı. Şimdi 5 yaşından büyük gemi almak yasak. Neyse 40 bin lira gayrimeşru servet buldular. Sonra onu da ‘Hadi affettik’ dediler. Ve 4,5 milyon liralık üç gemiyi 750 bin liraya sattık. Hayri İpar vardı. Onun hapiste geçirdiklerini ben hapse girmeden geçirdim. Millî Birlikçiler mi yaptı bunu size? Tabii. Yolaç’ı, bugün dahi olayı anlatırken duygulandıran bir hadise yaşanır davaların görüldüğü o sırada: “Vekil olmuşum, işte iyi kötü bir şeyler olmuşum. Mahkemeye çağırdılar. İçeri girdim ki bir de ne göreyim? Hoca, ilk mektep talebelerini getirmiş, katil seyrettirecek. ‘Bak bak işte bu katil bilmem ne çocuklar.’ Dayanamadım, ağladım. Olacak şey değil (Gözleri yine yaşarıyor). Türkiye tuhaf bir yer. Böyle maalesef. Hepsinden beraat ettik. Öyle tutarlı bir şey yoktu yaptıklarında.” TALAT AYDEMİR’İN OĞLU, OĞLUM GİBİ OLDU Yolaç, 1965’ten sonra kendini iyice gazeteye adar. Fakat Akşam’ın gidişatı, özellikle solcu yazarların tutumlarından dolayı hiç iyi değildir. Talat Aydemir’in hatıratı bile iyi tiraj yapmasına rağmen çözüm olmaz: “Bir gün gazeteye boylu poslu bir oğlan geldi. Kin akıyor yüzünden. Bir laf söylesem vuracak bana. Meğer Talat Aydemir’in oğlu Metin. Babasının hatıratını sattı bana. Ve o günden sonra onunla o kadar bir yakınlaştık ki benim oğlum oldu diyebilirim.” Erol Simavi’nin Talat Aydemir girişimleriyle irtibatlı olduğunu söylüyor Necati Zincirkıran… Valla zannetmiyorum ama… Sedat Simavi’nin üvey evladı Haldun Simavi irtibatlı sanıyorum. Çünkü sonradan gazeteyi Erol’a devretti, kendisi Günaydın’ı çıkarttı. Üvey evlat olduğu konusunda net bilginiz mi var yoksa? Valla net. Çok yerden duydum; ama şimdi ben onun peşinden gidip de üvey mi değil mi diye de araştırmadım doğrusu. Ama durup dururken koskoca gazeteyi kardeşine devretmesinin manası yoktu yani. Kardeşimin karısı Nükhet ile akraba Erol’un hanımı Belma. Erol, arkadaşımdır, dostumdur; ama ne arkadaşına güvenir ne de dostuna. Öyle bir tiptir. SELAHATTİN BEYAZIT, AKŞAM’I ALACAKTI Akşam, artık mali olarak dayanılamaz hâle gelir. Yolaç, alacaklılardan sakınmak için son zamanlarında gazeteyi yeğeni Nur Okten’e devreder: “O isim olarak yürüttü. Gazetenin başında yine ben vardım. Bir müşteri bulamadım. Bir gün hiç unutmam, Selahattin Beyazıt geldi. ‘Malik’ dedi ‘gazeteyi satar mısın?’ O da mektepten Galatasaraylı. ‘Satarım’ dedim. Ne istediğimi sordu. ‘4-5 milyon lira.’ ‘İyi o zaman bir konuşalım’ dedi. Sonra benim aptallığım işte. Galatasaraylılık, mektepten olduğu için ‘Bak kardeşim gazetenin durumu şu. Şu kadar para zarar ediyoruz, şu kadar borcumuz var’ bilmem ne deyince, yanaklarımdan öptü. Teşekkür etti ve gitti. Bir daha da gelmedi.” Malik Yolaç, gazeteyi 1971’de elinden çıkarır: “Sendikalar ve çalışanlar, maalesef hepsine çok iyiliklerim olan o gazeteciler bana ihanet edip gazeteyi ele geçirmek istediler. Benden düştü gazete; ama onların eline de geçmedi.” Gazete Türk-İş’in eline geçer. Onlar da ancak 6 ay idare edebilir gazeteyi. Malik Yolaç bu; durur mu? Akşam’ı devrettikten sonra girişeceği işten de hayatının en büyük parasını kazanır. Talat Aydemir’in oğlu Metin, o sırada sigortada çalışmaktadır. Onunla birlikte bir proje geliştirip, gazeteler vasıtasıyla milleti sigortalamayı hedefler: “Hayat sigortası yaptık. Kimse bilmez, Türkiye’nin en büyük hayat sigortası profesörü benim. 80 bin kişiyi sigortaladım. Korkunç para kazanmaya başladık. 80 bin kişi yetmedi. Onlara mektup yazdım. ‘Siz akıllı insanlarsınız. İstikbali düşündünüz; ama civarınızda kardeşiniz, akrabanız, dostunuz, bunun farkında değil. Bunu gidin anlatın; her yaptığınız sigortadan size 500 kâğıt. 10 bin kişi de oradan geldi mi? Gittim işte Polenezköy’de 100 dönüm yer aldım. Bir sürü masraflarımız oldu, şımardık. Çok masraf ettim, o paraları batırdık.” ŞİMDİ KÖPEK ÇOBANLIĞI YAPIYORUM Onca tecrübeye rağmen parayı tutmasını öğrenememiştir: “Parayı tutma ruhum yok. Para ne olur düşünmedim, hep iş düşündüm. Yani çok yanlış.” Yolaç, bir ara da Arabistan’da inşaat işine girişir, fakat bu sefer epey para kaybedip geri döner. Peki, bunca macera yaşamış Malik Yolaç’ın en büyük pişmanlığı nedir dersiniz? “Fabrika idi, gemi idi, gazete idi, bakanlıktı, şuydu, buydu. Yahu Malik, ihtiyarlayacaksın. İhtiyarlığında hiç olmazsa seni yormayacak, hafif, bakkallık dahi olabilir bu, bir iş ayarla kendine. Onu yapmadım. Şimdi Moda burnuna kadar 15 tane sokak köpeğim var. Köpek çobanlığı yapıyorum. Bütün şeyimiz o.” GİRİFT AİLE BAĞLARI Babasının yollar açmasından mülhem “Yolaç” soyadının aileye alınmasını öneren Malik Bey’in kardeşleri, yaptıkları evliliklerle aileye farklı akrabalıklar kazandırırlar. Doğan, meşhur sinemacı Kadir Cemali’nin kızıyla birleştirir hayatını. Turan ise ünlü Zekiye-Sami Yağcıgil’in kızı Şehime ile Mehmet Germirli’nin evliliğinden doğan Nükhet Hanım’la izdivaç eder. Donanma Cemiyeti Reisi Yağcı Şefik Bey’in torunu Şehime Germirli Hanım’ın bir diğer kızı Rezan Has, ünlü işadamı merhum Kadir Has’ın eşidir. Zaten Kadir Has da, bu sebeple Nükhet-Turan Yolaç çiftinin çocukları Can’ı evlatlık edinir. Şehime-Mehmet Germirli çiftinin bir diğer kızı Ayla Hanım da ünlü Tatari ailesine gelin gider; Münir Tatari ile evlenir. Bu Tatari ailesi Banat diş fırçalarının sahibi Zühtü-Beyhan Şenyuva çifti ile de dünürdür. Ayla Tatari’nin işadamı Halit Narin’le de hısımlığı vardır. Turan Yolaç’ın eşi Nükhet Hanım, Hürriyet Gazetesi’nin eski sahibi Erol Simavi’nin hanımı Belma Simavi ile de kardeş çocuğudur. Hafız Muhittin Başar’ın eşi Mediha Hanım ile Nükhet Yolaç’ın annesi Şehime Hanım kardeştir. Mediha Başar, Deniz Ticaret Odası eski Başkanı, Cerrahoğlu Denizcilik’in sahibi Eşref Cerrahoğlu’nun eşi Fulya Hanım’ın da babaannesidir. Kardeşinin evliliğiyle böylesine girift aile bağlarına sahip olan Malik Yolaç, henüz çok genç iken ilk evliliğini Mehire Çizmeci ile yapar. Beraberliği iki yıl süren Yolaç, bu sefer görücü usulüyle bir evlilik gerçekleştirir: “Birbirimizi tanımıyorduk, evlendiğimizde. Onunla 60 sene birlikte olduk. Görücü usulü evliliğin iyi tarafı da bu. Yoksa, siz 16-20 yaşında, kadının güzelliğine kapılıp, evleniyorsunuz. Ama karakteri nasıldır, ne yapar, evlendikten sonra ne olur, yemek bilir mi? Evde annem-babam olunca bunları didik didik ettiler. Ama görücü usulüyle evlendim, hani karakterlerimiz tam tersi. Ben siyahı seversem o beyazı sever. Ben tabiatı seversem o arkadaşlarını sever filan. Buna rağmen 60 sene çok güzel yaşadık.” FENERBAHÇELİ GALATASARAYLI Yolaç, bahsettiği ikinci evliliğini, ilk üç dönem Meclis’e Kütahya’dan girmiş, rahatsızlanıp vekillikten ayrıldıktan sonra mektep kurup en son Çamlıca Kız Lisesi müdürlüğünden emekli olmuş, gazeteci Mehmet Barlas’ın da akrabalarından Cevdet Izrab Barlas’ın kızı E. Gülsevin Hanım’la yapmıştır. Bu evliliğinden doğan ve Yasemin Kiremitçi’nin de annesi olan tek çocuğu Merve Hanım, gazeteci Ercan Arıklı’nın ikinci eşi olarak bilinir aynı zamanda. BENİ TEHDİT EDEN BAŞKANA ELİMİ ÖPTÜRDÜM Türkiye’de, futbolda şike sebebiyle ilk resmî küme düşme olayı Malik Yolaç’ın spor bakanlığı döneminde gerçekleşir. 1963-64 futbol sezonunda, küme düşmesi kesinleşen Kasımpaşa, İzmir’de Karşıyaka’ya 4-0 yenilir. Şike, Kasımpaşafutbolcu Ali Çobanoğlu’nun itirafı ile ortaya çıkar. İşler karışır, Yolaç soluğu İzmir’de alır: “Öteki takımın başında boyacı Yaşar ailesinden biri vardı. Külhanbeyi biraz. Beni bayağı tehdit etmiş, ‘İzmir’e gelirse yakarız, yıkarız’ diye. Bunun üzerine ben biraz ileri gittim. Ufak tefektim; ama çetin cevizdim. Hemen ertesi gün atladım, uçakla İzmir’e gittim. O da hava meydanına gelmiş. Elimi öperken resmini çektirdim. Efendim ‘bakana İzmir’e gelme diyen bilmem kim, bakanı görünce…’ Beni İzmir’e sokmayacak adam, elimi öpüyor. Planlayıp da mı gittiniz? Tam planlayarak değil. Yine o salak cesaretimden! Ya bunu nasıl söyledi? Gidip bakayım, yüz yüze konuşayım diye dedim. Tabii elimi öptüreceğimi hiç düşünmedim. AKSİYON
<< Önceki Haber Bir medya patronunun ibretlik hikâyesi Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER