Kenar mahalle çocukları sevilmiyor

Bir benzetmeyle açıklamak gerekirse, aslında bütün sorun, Recep veya Abdullah gibi kenar mahalle çocuklarının, Devlet Mahallesi’ne gelip de mahallenin parkında Deniz ile Oytunç’un oynadıkları oyuncakl

Kenar mahalle çocukları sevilmiyor

Kaç nesildir itibarlı ailelerin oturduğu ve çocuk bahçesinden sadece onların çocuklarının yararlandığı bu mahalledeki seçkin yurttaşların ağzının tadı da o zaman bozuldu. Kendilerini mahallenin sahipleri olarak görenler, yeni durumu bir türlü kabullenemediler. 1950’de Demokrat Parti iktidara geldiğinde de aynı huzursuzluk ortaya çıkmıştı. Huzuru bozulanlar, sahip oldukları ayrıcalıklı konumu, toplumun geri kalanıyla paylaşmak zorunda olmadan yaşamaya alışmış bir zümreydi. Kazım Berzeg’in “Eski Sınıf” olarak adlandırdığı bu zümrenin egemenliği İttihat Terakki darbesiyle başlamış, Cumhuriyet döneminde ise pekişerek, mutlak bir egemenliğe dönüşmüştü. Sosyal tabanı itibarıyla bu zümre esas olarak, asker ve sivil bürokratlar, devletli sermaye ve eşraf olmak üzere üç ana kesimden oluşuyordu. Ülkenin maddi kaynakları, üretim ve bölüşümün denetimi onlardaydı. Bu yüzden 1929 buhranında bile krizden etkilenmiyorlar, köylülerin açlıktan ot yediklerine dair “maksatlı” haberlere inanmıyorlardı. Siyasi kadrolar herkese açık değildi ve dolayısıyla iktisadi değerlerin bölüşümü, makam ve mevkilerin dağıtımı konusunda kendilerini çevreleyen topluma karşı hesap vermek zorunda da değildiler. Memlekete müteşebbis gerekiyorsa, şeker ve tütün üretimi veya kibrit ithal etme tekeli bahşedilecek kişi de yine bu dairenin içinden seçiliyor, yine “zekat saraydan çıkmıyor”du. Bütün bu yapı ve işleyişin sahibi olan, devamını sağlayan ve ona ideolojik meşruiyet üretmeye çalışan bürokratik ve siyasi kurum ise CHP’ydi. Sadece kendisine sermaye sağlanan müteşebbis veya aşarın kaldırılmasıyla ödediği vergiyi topraksız köylünün sırtına yükleyenlere minnet duyan eşraf değil, valilerin, belediye başkanlarının, gazete patronlarının -ki birçoğu aynı zamanda tek partinin milletvekiliydi-, akademyanın ve bu zümre hakimiyetine ideolojik gerekçeler üreten “aydın”ların partisiydi CHP. Doğal olarak tek partili yıllar, bu zümre için bir altın çağı, iç ve dış sebeplerin zorlamasıyla çok partili hayata geçiş ise dünyanın çivisinin çıkmasını ifade ediyordu. İçinden çıktıkları halkı hep küçümsediler “Eski sınıf”ın mensupları, yeni dönemi ve yeni siyasi aktörleri hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Kimilerine göre demokrasiye “erken” geçilmişti, kimilerine göre ise bu bir “karşı devrim”di. Bir yandan irticacılar, bölücüler ve diğer öcüler hortlamış, diğer yandan “ayaklar baş olmuş”tu. Çünkü “bir adam bir oy” ilkesiyle, daha düne kadar semtlerine ve köylerine uğramak ihtiyacı duymadıkları “ötekiler” ve onların çocukları meydana çıkmış, pastadan eşit pay istemeye başlamışlardı. Onlar da seçmenlikten gelen güçle kendileri ve çocukları için aynı nimetleri talep ediyorlardı. İşte asıl sıkıntı buradan çıkıyor, “Cumhuriyetin kazanımları” tam da bu noktada “tehlikeye giriyordu”. Egemen zümre, kendi sınıfsal çıkarlarını ideolojik bir dille kamufle ediyor, “cumhuriyetin kazanımlarını koruma” adı altında aslında kendi kazanımlarını koruma mücadelesi veriyordu; ki zaten ideolojinin bir işlevi de buydu. O yıllarda yetişmiş ve önemli konumlara gelmiş insanların DP döneminden duydukları hoşnutsuzluğu izah edişlerini biraz “semptomatik okuma”ya tabi tutarsanız, “devrimler, laiklik, çağdaşlık” gibi kavramlarla bezenmiş yakınışların ardındaki sınıfsallığı görebilirsiniz. “Biz bozduk bu insanları, biz” diyordu üniversitedeki yaşlı hocamız çocukluk yıllarını anlatırken, “demokrasiye erken geçildi. Ondan önce çok uysal insanlardı bunlar”. Sonra da uysallıktan anladıklarını bizim de anlamamızı sağlayacak açıklamalarda bulunuyordu. Bürokrat olan babası taşra vilayetlerinden birinde görev yaparken, onların hizmetçiliğini yapan, işlerine koşturan “saygılı”, “haddini bilen” insanlardan söz ediyordu. “Devlet”, ona okuması için her türlü imkanı vermişti (o yıllar, bürokratların en varlıklı kesimlerden olduğu yıllar olmasına rağmen, o imkanları kendisine neden babasının değil de devletin verdiğinden söz etmiyordu). Onu dinlerken, aramızdaki asıl farkın ideolojik değil sınıfsal olduğunu hissediyorduk. Demokrat Parti dönemi bu bakımdan gerçekten yeni bir dönemi ifade ediyordu. Türkiye’deki sosyal hiyerarşinin yukarıdakilerle aşağıdakileri ayıran kalın ve net çizgileri bulanıklaşıyor, daha önce Eski Sınıf’a özel ve ona özgü olan faaliyet alanları köylü, esnaf, işçi gibi kesimlerden oluşan büyük topluma açılıyor, üretim artıyor ve artık bir “kalkınma hamlesi”nden söz ediliyordu. Aslında burada mistik bir başarı değil, izah edilebilir bir iktisadi durum veya tercihin getirdiği başarı vardı. Şöyle ki, Tek Parti yönetiminin egemen elitinin ana çekirdeğini oluşturan kesim bürokrasiydi ve bürokrasi İdris Küçükömer’in belirttiği gibi doğası gereği tüketici bir sınıftı. El koyduğu değerleri yatırıma dönüştürmeyen, ne kadar çok alırsa alsın onu yok eden dipsiz bir kuyu gibiydi. DP ile bu zümrenin iktisadi değerleri denetleme (ve tabii aslan payını kendisine ayırma) tekeli aşındıkça, refah artışı da beraberinde geliyordu. 27 Mayıs: Halk iktidarına vurulan kelepçe DP’nin liderleri CHP içinden gelmişlerdi, ama iktidar olmaları tabanın taleplerine cevap vermelerini gerektiriyordu. Zaten demokrasinin olumlu taraflarından biri de buydu. İçinden geldikleri sosyal kökene yabancılaşan Kapıkullarından farklı olarak, serbest seçimler olduğu sürece, dayandıkları tabanın sesine kulak vermeleri gerekiyordu. CHP için de eğitici bir süreçti bu. Artık “ayak takımı”nı görmezden gelmek mümkün değildi. Artık hayatında hiç gitmediği bir şehrin milletvekili olmayı mümkün kılan “iki dereceli ‘seçim’ sistemi” yoktu. Hatta onun ayağına gidip oyunu da istemek, “maşrapasıyla sunduğu ayranı içerken iğrendiğini belli etmemek” gerekiyordu. Ama bütün bunlar, Süreyya İlmen’in ifadesiyle “Halk Partisi teşkilatında halktan kimsenin bulunmadığı” (piramidin altındaki halktan bahsediyor) ve bu partinin “halka tepeden bakan bir devlet dairesi” şeklinde görüldüğü gerçeğini değiştirmiyordu. Demokrasiye geçişle birlikte Türkiye’de düzen veya rejim tartışmalarının başlamasının böyle bir arkaplanı vardı. 1950 sonrası iktisadi ve siyasi imtiyazlarının aşınmasından açıkça yakınamayanlar, serbest seçimlerle gelen ve ağırlıklı olarak alt ve orta sınıflara dayanan “Çevre” partilerinden duydukları hoşnutsuzlukları rejimin tehlikede olduğu söylemi üzerinden ifade ettiler. Onlara soracak olursanız DP’ye kızmalarının sebebi onun yanlış politikalarıydı. Tokat’ın bir köylüsü ise oğluna meseleyi çok daha başka şekilde özetliyordu: “Biz çarık bulamazken onlar ‘tomofil’ (üstü işlenmiş deri, altı lastik) ayakkabı giyerdi, biz arpa ekmeği bulamazken onlar portakal yerdi.” Eski Sınıf’ın istediği, bunun hep böyle sürmesiydi. Türkiye siyasi hayatından hiç eksik olmayan “devrimlere karşı olmak”, “irtica” ve hatta “komünistlik” suçlamaları, başta DP olmak üzere çevreden gelen bütün partileri “Türkiye’ye özgü demokrasi”nin sınırları içinde kalmaya zorlamak veya onlara karşı darbe yapmak için kullanıldı. Her darbeyle birlikte kurtarılan da rejim değil, ayrıcalıklı zümrenin aşınan avantajlarıydı. Bu anlamda 27 Mayıs darbesinin işlevi de oligarşiden demokrasiye geçiş sürecini durdurmaktan başka bir şey değildi. Darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmaya çalışılan hiçbir gerekçenin iler tutar tarafı yoktu. Örneğin “anayasayı ihlal” adına DP’ye yöneltilebilecek hiçbir suçlama yoktu ki, CHP’nin tek parti döneminde çok daha fazlası yapılmış olmasın. Bir tarihçinin de belirttiği gibi “İstiklal Mahkemeleri” anayasaya uygun ise “Tahkikat Komisyonları”nın uygun olmadığı nasıl söylenebilirdi? Her ikisinde de aynı anayasa, 1924 Anayasası yürürlükteydi. DP’nin iktidarının özellikle ikinci döneminde birçok yanlışın, bazı anti-demokratik uygulamaların yapıldığı doğrudur; ama bunların hiçbiri darbe gerekçesi olamazdı. Bu bağlamda 27 Mayıs, tıpkı kendisinden önceki ve sonraki darbeler gibi, ahlaki ve siyasi bakımdan meşru görülebilecek hiçbir sebebe dayanmıyordu. Dolayısıyla onun gerekçelerini -aslında bahanelerini- çürütmeye çalışmak, bir bakıma darbenin söyleminin sınırları içinde kalmak anlamına gelebilir. Asıl konuşulması gereken, darbelerin ekonomi politiğidir; sınıfsal ve sosyal sebep ve sonuçlarıdır ve tabii ki kurbanlardır; tarifsiz acılar yaşayan, kendilerini koruyamadığımız kurbanlar. Onları unutmamak ve bütün darbelere, evlerden Demokrat Partililerin toplandığı günlerde babasının götürülüşüne şahit olan küçük bir çocuğun gözüyle bakmak vicdani bir yükümlülüktür. Bu aynı zamanda demokrasinin de yaşayabileceği ahlaki temeli ifade etmektedir. Bunu yapabildiğimizde bize özgü “iyi darbe kötü darbe” ayrımı yapmak gibi ahlaka aykırı yollara girmez, 12 Eylül darbesini de aynı kararlılıkla mahkum edebiliriz. Ama bugün çevreden gelen partiler için kurbanları anmaktan daha öncelikli görev, kendilerini iktidara taşıyan sınıfların umutlarını boşa çıkarmamaktır. Dezavantajlı çevreyi temsil eden partiler her zaman “Türkiye’ye özgü demokrasi”nin iyi kötü sağladığı “bir adam bir oy” ilkesi sayesinde, bütün çelmelere rağmen iktidara gelirler. Gelirler; çünkü toplamda en fazla oyu onlar alırlar (yüzde yetmiş kadar). En fazla oyu onlar alırlar; çünkü en kalabalık nüfusa sahip olan fakir ve orta hallilerden oy alırlar. Fakirler ve orta halliler onlara oy verir; çünkü oy verip iktidara getirdikleri kendi içlerinden çıkmıştır, ama daha da önemlisi Eski Sınıftan değildir. 1950’ye kadar adeta bir kast sistemi yaratarak halkı sadece onlara ait olan iktidardan uzak tutan, statü, makam ve zenginliği kendilerine ve kendi çocuklarına tahsis eden, halkı uzaktan sevmeyi tercih eden, onu halkevlerinde “eğiterek” aralarındaki eşitsizliğin neden “bir süre daha” devam etmesi gerektiğine ikna etmeye çalışan seçkinlerin partisine karşı en güçlü alternatif kimse onu desteklerler. Yani dezavantajlı çoğunluk, onlara “makus talihlerini” değiştireceği beklentisiyle oy verir. Bu hikâye hep böyle bitmemeli Tekrar başlangıçtaki hikayemize dönecek olursak, aslında uysaldır kenarın çocukları, geldikleri parkın onların babalarının da vergisiyle yapıldığını bilmez ve bu yüzden kendilerini hep yabancı hisseder, öteki çocukları da ev sahibi zannederler. Parktaki yerleri iğreti, boyunları eğiktir ve sanki hakları olmadığı halde orada oynadıkları duygusunu taşırlar. Seyretmekle yetinmeyip aynı oyuncağa talip olduklarında ise kıyamet kopar. Parktaki huzur ve güven ortamı bozulur, parkın bekçileri de onları dövüp parktan kovar. Dövülen ve kovulan çocuklar nerede hata yaptıklarını bir türlü anlayamazlar. “İyi” olduklarını kanıtlamak için uğraşır dururlar. Ama devlet mahallesinin sakini onlara bir türlü inanmaz. Çünkü inanmamak zorundadır, inanırsa paylaşmaya razı olmak zorundadır. Bu böyle sürüp gider, aciz kaldıklarını kabul edip giden veya sadece seyretmekle yetinen çocuklardan boşalan yere, sonraki günlerde başka kenar çocukları gelir, aynı üzücü olaylar yeniden ve yeniden yaşanır. Bu hikayenin hep böyle mi bitmemesi, yine çevreden gelen bugünkü hükümetin tutumuna bağlıdır. O da DP gibi kuşatılmıştır, ülkenin seçkinleri onlara kenar mahallenin çocukları gözüyle bakmakta, yaşam biçimlerini aşağılamakta ve çok dar bir alanda siyaset icra etmeye zorlamaktadır. Bu bağlamda öncekiler gibi şimdiki iktidarın da önünde iki yol vardır: ya bu adı konmamış oligarşik yapıyı demokratik dönüşümle aşmaya ya da ona uyum sağlamaya çalışacaktır. Bu ikincisi, yılgınlığa düşmenin tipik bir sonucu olan otoriterleşmedir. Yeterince kararlı olamadığı için demokratikleşmeyi gerçekleştiremeyen çevre partilerinin kaderidir bu. Bu yola giren çevre partiler korktuklarının başlarına gelmesini çabuklaştırmaktan başka bir şey yapmazlar aslında. Geriye cesaret ve kararlılık isteyen tek seçenek olarak ilk yol kalmaktadır. Bugünkü iktidarın, şimdiye kadar AB sürecinin rüzgarını da arkasına alarak demokratik dönüşüm doğrultusunda önemli adımlar attığı doğrudur. Ama bugünkü aşamada, ikinci yola girmekte olduğunun işaretleri de yok değildir. Şemdinli olayı bunun önemli bir göstergesi sayılabilir. Büyük bir kararlılıkla ucu nereye kadar giderse gitsin üstüne gideceğini açıkladığı günle bugünkü acziyet görüntüsü arasındaki farkı görmemek mümkün müdür? Dahası, hem onu iktidara getiren kitlelerin umutlarına hem de kendi kendisine zarar verecek olan olağanüstü bir hatayı ifade eden yeni TMK Tasarısı’nı nasıl açıklamalı? Sanki Türkiye bir özgürlükler cenneti olmuş gibi yasaları katılaştırmak, sanki Türkiye’deki hukuk tatbikatı hukukun evrensel ilkelerine uygunmuş ve yorum yoluyla hak ihlalleri yapılmıyormuş gibi muğlak hükümlerle düşüncenin cezalandırılmasına kapıyı biraz daha aralamak ve daha birçok bakımdan tuzaklarla dolu bir tasarı, güç ilişkilerine teslim olup otoriterleşmeye değilse neye işaret etmektedir? Birileri onlara suçlanmalarının asıl sebebinin ideolojik değil sınıfsal bir temele dayandığını, DP’den AK Parti’ye çevreyi temsil eden partilerin düştükleri temel hatalardan birinin kendilerini “rejimin sahipleri”nin gözünde tezkiye etmeye çalışmak olduğunu, bunu yapmaya çalışırken içine girdikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu ve tek çıkışın demokratikleşmede kararlılık olduğunu anlatmalı. Aksi halde demokratik görünümlü oligarşik yapı devam edecek, kenar mahalle çocuklarının umutları da yine bir başka bahara kalacak. YARD. DOÇ. DR. BEKİR BERAT ÖZİPEK- GAZİOSMANPAŞA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ -- ZAMAN
<< Önceki Haber Kenar mahalle çocukları sevilmiyor Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER