Ramazana Dokunun, Tutun Elinden..!

Samanyolu ve MC Tv’nin ekran yüzü ve ana haber bülteni sunucusu Kemal Gülen'in köşe yazısı

SHABER3.COM

KEMAL GÜLEN 


Teravihten sonra klasik Türk sanatlarıyla süslü revakların altında ayaküstü muhabbete daldığım yazar dostum Yusuf Ünal beyin, ramazanla ilgili yazı yazma heyecanı beni düşünmeye sevk etti. “Niçin ramazanla ilgili yazmak istiyorsun, bu telaş neden, piyasada onlarca yazı var, bir tane fazla olmuş-eksik olmuş ne çıkar? “ diye sorduğumda, aldığım cevap, bana gizli bir hazinenin anahtarını verdi: Ben dedi, “ramazanla ilgili yazıyı başkaları için yazmıyorum, ramazan üzerine araştırıp yazdıkça, ramazana dokunduğumu hissediyorum; arkadaş oluyorum ramazanla, teravih gözümde büyümüyor, oruç bana yoldaş oluyor, açlık gibi bir kardeş ediniyorum. Adeta ikizimi bulmuş olma heyecanı ile hiç ayrılasım gelmiyor ondan; dokunduğumu hissediyorum ramazana.”

Dokunmak… işte aradığım sihirli kavram buydu. Yıllardır içimde gezdirdiğim boşluğu doldurur diye kafa yormaya başladım bu kavram üzerinde. Bir şeye dokunmayınca, onu beş duyu ile hissedip duymayınca varlığından da şüphe duyuyor insan. Ramazanlar, bayramlar, kandiller gelip geçiyor bir bir, lakin transit geçiyor; dokunmadan-dokunamadan, belki sadece bir esintisini, meltemini bırakıyor ardında o kadar. Ben de “ramazana dokunmak” istiyormuşum aslında.

Ne garip bir şey bu… Bir şeyin varlığını anlamak için, ondan haberdar olmak yetmiyor sadece; illa ki dokunmak, dinlemek veya görmek istiyoruz. Fıtrata yerleştirilmiş olan, bu beş duyu ile idrak özelliği, belki de hemcinsimizin cennetten dünyaya inmesinin de sebebi. Yasak olduğunu bildiğimiz halde elmaya dokunmak, hatta tatmak istiyoruz.

Bilmeyi ilme’l-yakin, ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin diye derecelendirmenin bir sebebi de bu olmalı belki. Bize “hakikate dokunarak”daha iyi idrak edeceğimizi anlatıyor bu basamaklar. Hani martıları uzaktan görüp bir denizin varlığına hükmetmek, sonra ayaklarınla o denize girip ıslanmak ve nihayet denizle hem-hal olup hakka’l-yakine ulaşma yolcuğu. İşte bütün bunlar, dokunarak öğrenme arzusundan kaynaklanıyor. “Su insanı boğar, ateş yakarmış” bilgi veya tecrübesi bile insanoğlu için yeterli değil anlaşılan. İlle de geç farkedecek hatta tecrübe edecek taşın sert olduğunu!.

Bediüzzaman hazretlerinin bizim aklımıza yatması için verdiği sıralamaya göre: insan nihâî bilgiye, önce hayal etmekle başlar, sonra o hayal gerçek bilgiye dönüşeceği ana kadar birkaç merdiven daha çıkar; tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad.. bu meratibi tamamladıktan sonra elle tutulur, gözle görülür bir hal alır o bilgi. Böylece insan bir taşı teker, bir heykel haline getirinceye kadar yontar, semada pervaz edinceye kadar onlarca insan kendini canından olur, milyonlarca insanın cansız bedenine ulaşmadan atomu parçalama vahşetini tam kavrayamaz.
Dokunmak, duymak ve tatmak ister insan, bir konuyu, bir hakikati bütünüyle idrak edebilmek için. Ki, o bile zordur bazen..

Modern bilim de eğitimde görsel ve işitsel sistemleri kullanmayı tavsiye ediyor. İstatistikler, sadece okuyarak bir konunun yüzde 10 civarında anlaşılabildiğini ifade ediyor, ancak hem görüp hem işiterek, yani diğer duyularla da konuya dokunabiliyorsanız, olayın yüzde 50’sinin kavranabildiğini gösteriyor. Dokunabilmek rakamlara- kelimelere, duyabilmek bir şiiri-bir besteyi ve öpebilmek bir gülü yanağından.
Onların varlığından haberdar olmanın en güçlü yolu.

Hemen bütün canlılar daha doğar doğmaz yavrularına dokunmuyor mu? Sevip, öper, koklar; yalar bir ceylan yavrusunu. Çocuklar annelerine dokunarak huzur bulur, onların sinelerinde cennet kokularıyla mışıl mışıl uyuyabilir herşeyden uzak.

İnsana bilmek yetmiyor demek, illa dokunmak istiyor. “Gözümle görmediğime inanmıyorum”diyen insanın arayışıyla, Mirâc mucizesini anlamayan müşrikin algısı aynı. Peygambere “nerede o korkuttuğun fırtına, nerede başımızdan yağacak taşlar” diye hesap soran âsî topluluk da musibet kendilerine dokunmadan, göklerin o uğultusunu duymadan inanamıyor Cebbâr u Kahhâr’a. Denizler kabarınca, ufukta kara bulutlar görülünce, kum fırtınası veya yanardağlar etrafı kasıp kavurmaya başlayınca Firavun gibi “senin rabbine inandık, bizi kurtar” feryatları yükseliyor dört bir yandan, ancak nafile. İnsanoğlunun en büyük şansı veya en büyük çıkmazı da işte bu; dokunma arzusu.

Başında takken varsa ve temiz bir seccade serdiysen önüne, veya selamlar ve tebessümlerle, üstelik güzel bir koku sürüp geldiysen mescide, namaza ilk dokunuşu yapmışsın demektir. Namazı duymak için bile ona dokunmak gerekiyor. Çünkü biz dokunmadan, dinlemeden, tatmadan tam anlayamıyoruz. Biliyoruz ama anlamıyoruz. Hayal ediyoruz ama idrak edemiyoruz. Tasdik ediyoruz lakin ikinci bir fıtrat oluşturamıyor bizde. Ve ardından laubalilik.. denizde pusulasız-rehbersiz bir gemi gibi, bir sahilden başkasına savrulup duruyoruz.

Peki ramazana dokunmak mümkün mü?
Ben her ramazan aslında bu soruya cevap arıyormuşum. Pişmanlıklarım da meğer ona yeterince dokunamayışımdanmış. Yiyip de tat alamadığım bir meyve gibi, karnını doyurup lezzetinden uzak kalan biri gibi yaşamışım ramazanları. Uzaktan sevmek, pencere arkasından bir bahçeye bakmak, kafes içindeki kuşlara kulak vermek, kırık gözlükle rengarenk bir resmi temaşa etmek, sağır kulakla bir besteyi dinlemek; yani bal dolu kavanozun sadece camını yalamak: işte bunlarmış kusurlarım; ramazanı duyamayışımın, hissedip-dokunamayışımın sebepleri.

Dokunmak istiyorum artık ramazana. Sahur ona dokunmak için ilk fırsatmış aslında, sonra tastamam yani beş duyu ile tutulan oruç, hakkını vererek ikâme etmek namazları, indirilen hatimler, bir dua halkasına dahil olmak, tatlı telaşlı iftar hazırlıkları.. ve eve misafir almak gönüller yapmak için.. veya bir dostun gönlünü almak için icabet etmek bir davete, değil karın doyurmak için… terâvihler, ilâhiler-kasîdeler, salât u selâmlar ve daha neler neler ve daha neler..

Bir de mahyalar, minareden yüksel ezan, ışıl ışıl sokaklar, hurma ve tatlılar, kitabevleri, sahur davulcusu ve maniler, para zarfları, güzel giysiler ve hediyeleşmeler; mahmur gözler, sabırla bekleyişler, öfkeyi yutup şefkati yudumlamalar, kabir ziyaretleri, candan selamlaşmalar; işte hiçbiri boş değilmiş bunların. Ramazanı duymak ve ona dokunmak için bütün bunlara Mâna-yı ismi kadar Mâna-yı harfi ile bakabilmek gerekiyormuş.

“Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını,
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah`ı anarken bir ağızdan herkes,
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses!”

İnşallah bu Ramazan ona dokunabilir, onu dinleyebilir, onu görebilir ve onu hissedebilirim. Ramazanlaşmak başka nasıl mümkün olacak ki? Ramazana dokunamayan bayramı nasıl yakalayacak ki..
Ramazan’a doysun ve dolsun artık gönüller ışıklarla bayram sabahları, değil mi efendim? vesselam..
<< Önceki Haber Ramazana Dokunun, Tutun Elinden..! Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER